Doğru makyaj, dolgun kirpikler, bakımlı bir cilt, hacimli saçlar… En önemlisi de beyaz dişlerle sağlıklı, güzel bir gülümseme! Bu yüzden diş bakımına ve beyaz olmasına oldukça özen gösteriyorum. Sürekli yeni ürünleri deneyimlemeyi de seviyorum. Burada raflarda gözüme çarpan ve Amerika’nın en büyük diş macunu markası olan Crest aslında Procter and Gamble’ın Türkiye’de sunduğu İpana markasıyla tamamen aynı içeriklere sahipmiş. Dünyada ilk defa beyazlatıcı bantları üreten bir marka olduğu için 3 boyutlu Beyazlık ailesi oldukça ilgimi çekti. Son zamanlarda market alışverişine gittiğim her mağazada ve televizyonlarda sıklıkla İpana’nın yeni ürünü olan Perfection’a denk gelince ve özellikle 3 günde %100’e kadar lekesiz iddasını duyunca denemek istedim ve hemen aldım.
İpana’nın en hızlı ve en güçlü beyazlatıcı diş macunu ünvanına sahip bu diş macunu ile deneyimlerimi sizlerle paylaşmak istedim. Diş hekimimin de daha beyaz bir diş için önerdiği İpana 3D White Perfection ile güvenle, bembeyaz gülebiliyorum.
Perfection diş macunu 3 Boyutlu Beyazlık ailesinin en ileri ve etkili beyazlatıcı diş macunu teknolojisini içeriyor. Böylece diş minesine zarar vermeden sadece 3 günde diş yüzeyindeki lekeleri %100’e kadar etkin biçimde çıkarıp ve bembeyaz bir gülümsemeye sahip olmamızı sağlıyor.
Performansına gerçekten çok şaşırdım. Etkisi inanılmaz! İlk kullanımdan itibaren bile diş yüzeyindeki lekeleri çıkarma etkisini farkediyorsunuz. Keskin nane tadıyla ferahlığı sağlıyor, böylece uzun süre ferah bir nefese de sahip oluyorsunuz. Beyazlatma etkisi bu kadar iyiyken diş mineme hiç bir zarar vermediğini bilmek de çok güzel.
Procter and Gamble’ın tüm dünyada pazara sunduğu en gelişmiş beyazlatıcı diş macunu olan 3 Boyutlu Beyazlık Luxe Perfection İpana ile Türkiye’de de raflarda yerini aldı. Denediğinizde bana hak vereceksiniz:) Kullanmadan kesinlikle inanmazdım, deneyince etkisini gördüm ve mükemmel sonuç aldım.
Tam bir bakım sağlamak için aynı ailenin Oral-B 3D White Luxe ağız bakım suyunu da kullanıyorum. O da diş macunu ve fırçasının ulaşamadığı alanlardaki lekeleri bile çıkararak uzun süre, keskin bir ferahlık sağlıyor.
Unutmadan küçük bir not ekleyeyim; P&G ve İpana ürün performansına o kadar güveniyor ki, memnun kalmazsanız paranızın 2 katını iade ediyor. Bu nedenle beyazlatıcı etkisini kendiniz de görün diye bence gerçekten denemeniz gereken bir ürün.
Ürünü satın almak isterseniz tıklayınız!
P.S. Bana bu bilgiler yetmedi, ağız ve diş sağlığı üzerine daha çok şey merak ediyorum diyenleri aşağıdaki siteye alalım.
http://www.agizbakimuzmani.com/
#ipanaperfection #gülüşünügöster
İçerik Kaynak: http://kokoshgirl.com/
Video Kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=B7MDJzarokU
Bir boomads advertorial içeriğidir.
31 Mart 2016 Perşembe
28 Mart 2016 Pazartesi
Karın Ağrısı Kanser Habercisi Olabilir
Şehir yaşamının yüksek temposu, hazır gıdalar, aşırı yağlı ve lifsiz besin tüketimi alışkanlıkları kalınbağırsakta ortaya çıkan kolorektal kanserlerin oluşum riskini artırıyor. Geçmeyen karın ağrısı, kabızlık ve ishal gibi şikayetler ile ortaya çıkan bu kanser türleri erken teşhis ve doğru planlama ile başarıyla tedavi edilebiliyor.
Memorial Hizmet Hastanesi Genel Cerrahi Bölümü'nden Doç. Dr. Sibel Gelecek Geyik, ülkemizde en sık görülen 10 kanser arasında 3. sırada bulunan kolorektal kanserler ve tedavi yöntemleri hakkında bilgi verdi.
Tuvalet alışkanlıklarınızı iyi gözlemleyin
"Kolon" adı verilen kalın bağırsakta ve "rektum" diye bilinen kalın bağırsağın son kısmında görülen kanserler "kolorektal kanserler" olarak bilinmektedir. Rektum ve makat bölgesini tanımlayan anorektal bölgenin hemoroid, anal fissür, anal fistül gibi iyi huylu hastalıkları ile benzer bulgular verdiklerinden bu iki grup hastalıklar karıştırılabilmektedir. Ancak iyi ve kötü huylu hastalıklar olabildiklerinden ayırıcı tanı net olarak yapılmalıdır. Karın ağrısı, anemi, kabızlık, ishal, makatta kanama ve ele gelen kitle, bağırsak alışkanlıklarında değişiklik, tuvalet sonrası tam rahatlamama şikayetleri ile ortaya çıkabilir. En sık karşılaşılan ve en sık karıştırılan bulgu, rektum yani kalın bağırsağın son birkaç santiminden gelen kanamadır. Bu nedenle rektal kanama başta olmak üzere ilgili şikayetleri olan bir hastanın doğru teşhis ve tedavi için mutlaka doktor kontrolünden geçmesi gerekir.
Muayeneden çekinip doktora gitmemek daha kötü tablolara neden oluyor
Günümüzde kolorektal kanser sıklığının görülme sıklığı her geçen gün artmaktadır. Bu kanser olgularının %50'sinde tanı konulduğu zaman başka organlara sıçramış (metastaz yapmış) haldedir. Genellikle bu bölge hastalıklarında kişilerin muayeneden kaçınması ayırıcı ve erken tanının gecikmesine neden olmaktadır. Bu sebeplerle erken tanı ve tedavi çok önemlidir. Risk grubunda olan hastalara uygun tarama testleri yapılmalıdır. Ailesel kolorektal kanser öyküsü, ailede ya da kişide polip veya kolorektal kanser tanısı olması ve inflamatuar bağırsak hastalığı olması yüksek risk grubu olarak tanımlanır.
Risk grubunda olanlar 40, olmayanlar 50 yaşından sonra kontrol yaptırmalı
Kolorektal kanserlerde tanı ve tarama amacı ile dışkıda gizli kan bakılması, rektosigmoidoskopi, kolonoskopi, kolon grafisi, sanal kolonoskopi gibi tetkikler kullanılmaktadır. Bunlar arasında kolonoskopi en iyi tanı ve tarama yöntemidir. Hem lezyonun gözle görülmesine hem de patolojik inceleme için parça alınmasına olanak sağlar. Şikayeti olmayan ve yüksek risk grubu olmayan hastalarda taramaya 50 yaşından sonra başlanmalı; yılda bir dışkıda gizli kan bakılması ve 5 yılda bir kolonoskopi uygulaması da önerilen tarama tetkikleridir. Şikayeti olan ve/veya yüksek risk grubunda kabul edilen hastalarda taramaya 40 yaşından itibaren başlanmalıdır; yılda bir gaitada gizli kan bakılması ve 2 yılda bir kolonoskopi uygulaması ile de takip edilmelidirler.
Erken tanı ve tam donanımlı bir merkezde tedavi çok önemli
Kolorektal kanserlerde öncelikli tedavi cerrahidir. Tümörün evresine ve lokalizasyonuna göre öncesinde ve sonrasında tedaviye kemoterapi ve radyoterapi eşlik edebilir. Dolayısı ile günümüzde multidisipliner bir yaklaşımla tedavi edilmektedirler. Tedavisi olan bir hastalık olduğundan sonuçların daha yüz güldürücü olabilmesi için erken tanı ve tedavi oldukça önemlidir. Bu nedenle kişiler yukarıda belirtilen şikayetleri olduklarında mutlaka doktor kontrolünden geçmelidirler.
Memorial Hizmet Hastanesi Genel Cerrahi Bölümü'nden Doç. Dr. Sibel Gelecek Geyik, ülkemizde en sık görülen 10 kanser arasında 3. sırada bulunan kolorektal kanserler ve tedavi yöntemleri hakkında bilgi verdi.
Tuvalet alışkanlıklarınızı iyi gözlemleyin
"Kolon" adı verilen kalın bağırsakta ve "rektum" diye bilinen kalın bağırsağın son kısmında görülen kanserler "kolorektal kanserler" olarak bilinmektedir. Rektum ve makat bölgesini tanımlayan anorektal bölgenin hemoroid, anal fissür, anal fistül gibi iyi huylu hastalıkları ile benzer bulgular verdiklerinden bu iki grup hastalıklar karıştırılabilmektedir. Ancak iyi ve kötü huylu hastalıklar olabildiklerinden ayırıcı tanı net olarak yapılmalıdır. Karın ağrısı, anemi, kabızlık, ishal, makatta kanama ve ele gelen kitle, bağırsak alışkanlıklarında değişiklik, tuvalet sonrası tam rahatlamama şikayetleri ile ortaya çıkabilir. En sık karşılaşılan ve en sık karıştırılan bulgu, rektum yani kalın bağırsağın son birkaç santiminden gelen kanamadır. Bu nedenle rektal kanama başta olmak üzere ilgili şikayetleri olan bir hastanın doğru teşhis ve tedavi için mutlaka doktor kontrolünden geçmesi gerekir.
Muayeneden çekinip doktora gitmemek daha kötü tablolara neden oluyor
Günümüzde kolorektal kanser sıklığının görülme sıklığı her geçen gün artmaktadır. Bu kanser olgularının %50'sinde tanı konulduğu zaman başka organlara sıçramış (metastaz yapmış) haldedir. Genellikle bu bölge hastalıklarında kişilerin muayeneden kaçınması ayırıcı ve erken tanının gecikmesine neden olmaktadır. Bu sebeplerle erken tanı ve tedavi çok önemlidir. Risk grubunda olan hastalara uygun tarama testleri yapılmalıdır. Ailesel kolorektal kanser öyküsü, ailede ya da kişide polip veya kolorektal kanser tanısı olması ve inflamatuar bağırsak hastalığı olması yüksek risk grubu olarak tanımlanır.
Risk grubunda olanlar 40, olmayanlar 50 yaşından sonra kontrol yaptırmalı
Kolorektal kanserlerde tanı ve tarama amacı ile dışkıda gizli kan bakılması, rektosigmoidoskopi, kolonoskopi, kolon grafisi, sanal kolonoskopi gibi tetkikler kullanılmaktadır. Bunlar arasında kolonoskopi en iyi tanı ve tarama yöntemidir. Hem lezyonun gözle görülmesine hem de patolojik inceleme için parça alınmasına olanak sağlar. Şikayeti olmayan ve yüksek risk grubu olmayan hastalarda taramaya 50 yaşından sonra başlanmalı; yılda bir dışkıda gizli kan bakılması ve 5 yılda bir kolonoskopi uygulaması da önerilen tarama tetkikleridir. Şikayeti olan ve/veya yüksek risk grubunda kabul edilen hastalarda taramaya 40 yaşından itibaren başlanmalıdır; yılda bir gaitada gizli kan bakılması ve 2 yılda bir kolonoskopi uygulaması ile de takip edilmelidirler.
Erken tanı ve tam donanımlı bir merkezde tedavi çok önemli
Kolorektal kanserlerde öncelikli tedavi cerrahidir. Tümörün evresine ve lokalizasyonuna göre öncesinde ve sonrasında tedaviye kemoterapi ve radyoterapi eşlik edebilir. Dolayısı ile günümüzde multidisipliner bir yaklaşımla tedavi edilmektedirler. Tedavisi olan bir hastalık olduğundan sonuçların daha yüz güldürücü olabilmesi için erken tanı ve tedavi oldukça önemlidir. Bu nedenle kişiler yukarıda belirtilen şikayetleri olduklarında mutlaka doktor kontrolünden geçmelidirler.
Bahar Ayları Kabusunuz Olmasın
Yaklaşan bahar ayları birçok çocuk ve erişkine "eyvah yine başlıyor!" dedirtecek boyutlarda hayat kalitesinin düştüğü zamanların da habercisi.
Nedeni ise bu aylarda polenlerini atmosfere salan bitkilerin etkisiyle burnu yoğun olarak etkileyen ve halk arasında 'saman nezlesi' adı verilen bahar alerjileri.
Aşırı burun tıkanıklığı, burun akıntısı, hapşırma, burun ve göz kaşıntısı, gözlerde sulanma ve batma ile hastaya gün boyu gözünü açtırmayan bu durum, birçok çocuğun sınavlarla mücadele ettiği bu aylarda okul başarısını da belirgin olarak düşürüyor ve belirtileri baskılamak için kullanılan alerji ilaçları da gündüz uyku hali yaratarak durumu daha da zorlaştırıyor.
Çocuk Hastalıkları ve Alerji Uzmanı Prof. Dr. Yonca Tabak, bu sorunları yaşayan çocuklar ve erişkinler için bahar alerjisiyle başa çıkmanın yollarını anlattı.
Bütün çiçeklerin açtığı, doğanın canlandığı güzel bahar ayları alerjik insanların hayatını çekilmez hale getirebiliyor. Ancak Prof. Dr. Yonca Tabak'a göre bahar aylarını kabus olmaktan çıkarmak ve doğanın keyfini sürmek alerjik insanlar için de mümkün.
Uygulanacak 3 adımla bahar alerjisinin etkilerinin hafifletilebileceğini belirten Tabak; ilk adımın, alerjik maddeden uzak durmak olduğunu sözlerine ekliyor.
• Polen mevsiminde eve hava girişini mümkün olduğunca azaltmaya çalışmak gerekir. Özellikle sabahın erken saatleri havada polen sayısının en fazla olduğu zamanlardır. Bu saatlerde ve mümkünse günün diğer saatlerinde de kapı ve pencereleri kapalı tutmaya çalışın,
• Evi cam açarak havalandırmak yerine polen filtreli klima kullanın,
• Klimanın olmadığı durumlarda polen filtreli hava temizleyiciler kullanın,
• Sabah erken saatlerde ev dışı aktivitelerden kaçının,
• Dışarıdan eve geldiğinizde elinizi, yüzünüzü yıkayın, kıyafetlerinizi değiştirin,
• Kıyafetleri açık havada kurutmaktan kaçının.
Polenlerin çok uzak mesafelere hava ile taşınıyor olması nedeniyle, korunma önlemlerinin uygulanmasının bazen çok da mümkün olmayabileceğine dikkat çeken Dr. Tabak'ın önerdiği ikinci adım, hastaların polene maruz kaldıklarında tepki vermeyecekleri hale gelmelerini sağlamak için kullanılacak yan etki yapmayan kortizonlu burun spreyleri.
Alerji uzmanı denetiminde başlanacak bu spreylerinin uygun dozda ve bahar mevsimi sonlanana kadar sürekli kullanılmaları gerektiğini belirten Prof. Tabak, burun tıkanıklığının çok belirgin olmadığı, sadece akıntı, hapşırık ve kaşıntının gözlendiği hafif alerjilerde ağızdan alınan alerji ilaçlarının tek başına yeterli gelebileceğini söylüyor.
Prof. Dr. Yonca Tabak, üçüncü ve son adımda, polen alerjisinin tek kökten çözümünün dilaltı damla aşılar olduğunun altını çiziyor ve ekliyor; "Sabırla uygulandığında, bahar aylarının alerjik insan için de herkes için olduğu kadar mutlu ve rahat geçmesini sağlayacak olan tek tedavi, dilaltı aşı tedavisidir. Dilaltı aşı tedavisi, alerjik olunan maddenin dilaltından damla veya tablet şeklinde emdirilmesi ve vücudun buna alıştırılması ile uygulanıyor. Ortalama 4 yıl sürmesi gereken ve etkisi yavaş olan bu tedavi sürecinde etkinin görülmesi beklenirken hastaların yaşam kalitesini yüksek tutmak için beraberinde kana karışmayan kortizonlu sprey ilaçlardan da yararlanıyor. Üç yaşından büyük bütün hastalara uygulanabilen bu yöntemin ülkemizde olduğu gibi, Avrupa'da da 20 yıldır yoğun olarak başarı ile uygulanıyor ve şu an için polen alerjilerine tek çare.''
Nedeni ise bu aylarda polenlerini atmosfere salan bitkilerin etkisiyle burnu yoğun olarak etkileyen ve halk arasında 'saman nezlesi' adı verilen bahar alerjileri.
Aşırı burun tıkanıklığı, burun akıntısı, hapşırma, burun ve göz kaşıntısı, gözlerde sulanma ve batma ile hastaya gün boyu gözünü açtırmayan bu durum, birçok çocuğun sınavlarla mücadele ettiği bu aylarda okul başarısını da belirgin olarak düşürüyor ve belirtileri baskılamak için kullanılan alerji ilaçları da gündüz uyku hali yaratarak durumu daha da zorlaştırıyor.
Çocuk Hastalıkları ve Alerji Uzmanı Prof. Dr. Yonca Tabak, bu sorunları yaşayan çocuklar ve erişkinler için bahar alerjisiyle başa çıkmanın yollarını anlattı.
Bütün çiçeklerin açtığı, doğanın canlandığı güzel bahar ayları alerjik insanların hayatını çekilmez hale getirebiliyor. Ancak Prof. Dr. Yonca Tabak'a göre bahar aylarını kabus olmaktan çıkarmak ve doğanın keyfini sürmek alerjik insanlar için de mümkün.
Uygulanacak 3 adımla bahar alerjisinin etkilerinin hafifletilebileceğini belirten Tabak; ilk adımın, alerjik maddeden uzak durmak olduğunu sözlerine ekliyor.
• Polen mevsiminde eve hava girişini mümkün olduğunca azaltmaya çalışmak gerekir. Özellikle sabahın erken saatleri havada polen sayısının en fazla olduğu zamanlardır. Bu saatlerde ve mümkünse günün diğer saatlerinde de kapı ve pencereleri kapalı tutmaya çalışın,
• Evi cam açarak havalandırmak yerine polen filtreli klima kullanın,
• Klimanın olmadığı durumlarda polen filtreli hava temizleyiciler kullanın,
• Sabah erken saatlerde ev dışı aktivitelerden kaçının,
• Dışarıdan eve geldiğinizde elinizi, yüzünüzü yıkayın, kıyafetlerinizi değiştirin,
• Kıyafetleri açık havada kurutmaktan kaçının.
Polenlerin çok uzak mesafelere hava ile taşınıyor olması nedeniyle, korunma önlemlerinin uygulanmasının bazen çok da mümkün olmayabileceğine dikkat çeken Dr. Tabak'ın önerdiği ikinci adım, hastaların polene maruz kaldıklarında tepki vermeyecekleri hale gelmelerini sağlamak için kullanılacak yan etki yapmayan kortizonlu burun spreyleri.
Alerji uzmanı denetiminde başlanacak bu spreylerinin uygun dozda ve bahar mevsimi sonlanana kadar sürekli kullanılmaları gerektiğini belirten Prof. Tabak, burun tıkanıklığının çok belirgin olmadığı, sadece akıntı, hapşırık ve kaşıntının gözlendiği hafif alerjilerde ağızdan alınan alerji ilaçlarının tek başına yeterli gelebileceğini söylüyor.
Prof. Dr. Yonca Tabak, üçüncü ve son adımda, polen alerjisinin tek kökten çözümünün dilaltı damla aşılar olduğunun altını çiziyor ve ekliyor; "Sabırla uygulandığında, bahar aylarının alerjik insan için de herkes için olduğu kadar mutlu ve rahat geçmesini sağlayacak olan tek tedavi, dilaltı aşı tedavisidir. Dilaltı aşı tedavisi, alerjik olunan maddenin dilaltından damla veya tablet şeklinde emdirilmesi ve vücudun buna alıştırılması ile uygulanıyor. Ortalama 4 yıl sürmesi gereken ve etkisi yavaş olan bu tedavi sürecinde etkinin görülmesi beklenirken hastaların yaşam kalitesini yüksek tutmak için beraberinde kana karışmayan kortizonlu sprey ilaçlardan da yararlanıyor. Üç yaşından büyük bütün hastalara uygulanabilen bu yöntemin ülkemizde olduğu gibi, Avrupa'da da 20 yıldır yoğun olarak başarı ile uygulanıyor ve şu an için polen alerjilerine tek çare.''
26 Mart 2016 Cumartesi
Uzun ve mutlu ilişkinin sırları çözülüyor
Gündemde mutlu ve uzun bir ilişki sürdürebilme konusu varken tüm çiftler ilişkilerini sorguluyor ve bu özel günde kendi ilişkilerini daha da canlandırmanın ve ilişkilerini sürekli kılmanın formüllerini arıyor.
DBE Davranış Bilimleri Enstitüsü Çocuk ve Genç Psikolojik Danışmanlık Merkezi'nden Uzman Klinik Psikolog Dr. Ayşe Bombacı, ilişkileri uzun ve mutlu bir hale dönüştüren noktaları çiftler için derledi.
Aşka dair birçok tema ile karşılaşılan bu dönemde birçok çift biten ilişkisini yeniden gözden geçirirken, birçoğu da ilişkilerini daha da sağlamlaştırmak için elinden geleni yapıyor. Mutlu, sağlıklı ve uzun ilişkinin beklenen sırları ise DBE Davranış Bilimleri Enstitüsü'nden Uzman Klinik Psikolog Dr. Ayşe Bombacı'dan geldi.
Aşık olunacak zamanın ve kişinin seçilemeyeceğini, ancak nasıl bir ilişki yaşanacağının planlanabileceğini belirten Bombacı, mutlu ve uzun ilişkinin sırlarını şöyle açıklıyor: "Sevdiği insanla birlikte yaşlanmayı ve ömür boyu mutlu olmayı kim istemez ki? Yine de sevgi, uzun süreli ve mutlu bir ilişki için tek başına yeterli değildir. İlk başlarda yaşanan yoğun aşk duyguları, cinsellik ve tutku zamanla azalır. Hiç şüphesiz, uzun vadeli ortak bir mutluluk için aşk ilişkisi çok iyi bir başlangıçtır ama devamlılığı sağlamak için ilişkiye emek vermek gerekir"
Güven, destek, takdir: Mutlu çiftler birbirlerine güvenirler, birbirlerinin hayallerini ve umutlarını desteklerler, başarılarını kutlarlar. İlişki için sorumluluk alırlar, birbirlerinin hislerini ve isteklerini anlarlar. Beklentilerini ve ihtiyaçlarını açıkça dile getirerek birbirlerini gözetirler. Yapılan hataları yeri geldiğinde hoşgörü ve mizahla karşılarlar.
Bireysel özgürlük alanı, beklenti düzeyi: Uzun süreli ortak bir mutluluğun yaşanması için, çiftlerin ilişkide birbirine bağlı olması kadar önemli olan diğer bir faktör ise, birbirlerini kısıtlamamalarıdır. Birbirlerine bireysel özgürlük alanı tanıyan çiftler, ilişkilerinde daha istikrarlı ilerlerler. Her zaman için, her şeyi partneriyle yaşamak isteyen çiftler uzun vadede mutsuz olurlar. Burada çiftler birbirlerine aynı anda birden fazla rol yüklerler.
Partner; hem anne, hem baba, hem en iyi dost hem de sevgili olmalıdır! Böylece partnerimizden insanüstü bir performans beklemeye başlarız. Bu da hayal kırıklıklarını beraberinde getirir. Eşlerin birbirlerine yükledikleri roller ve aşırı beklentiler yüzünden ilişki zorlanabilir. Kişi kendini köşeye sıkışmış hissedebilir.
Zıtlıklar: Her ne kadar halk arasında "farklı kutuplar birbirlerini çeker" dense de kişiler arasındaki zıtlıklar, belki de sadece ilişkinin başlarında yani aşkın yoğun yaşandığı sırada çiftleri rahatsız etmez. Ama uzun vadede zıtlıklar daha çok göze çarpar. Burada, çiftlerin birbirlerini değiştirebileceklerine dair yanlış inançları da söz konusudur. Çoğunlukla kadınlar, evlenince sevdikleri adamları değiştirebileceklerine inanırlarken, erkekler de kadınların hiç değişmeyeceklerine ve hep ilişkinin başlarındaki gibi kalacaklarına inanmak isterler. Karşımdakini değiştirebilirim inancı, uzun süreli ilişkilerde yaşanan bir yanılsamadır aslında.
Ortak hayat planı: Kişisel değerlerin benzer olması, dünyaya bakış açılarının ortak olması ve ortak planlar çift ilişkisini güçlendirir. Özellikle araştırmalar, çiftlerin ortak bir hayat planlarının, gelecek hayallerinin olmasının ilişkilerinin istikrarlı olması açısından çok önemli olduğunu göstermiştir. Birlikte seyahat etmek, yeniliklere açık olmak, çocuk sahibi olmayı istemek, hobiler gibi ortak ilgi alanlarının olması, iki insanı birbirine daha sıkı bağlar. Çatışmaların daha az yaşanması için bunlar önemli ortak yanlardır. Örneğin, çiftlerden biri, tatillerde dünyayı keşfetmek, diğeri de her yıl yazlık eve gitmek istiyorsa çatışma yaşama potansiyeli artar.
Çatışmalar yaşamak: Mutlu çiftler de elbette çatışırlar. Çiftler arasındaki çatışma davranışı, diğer önemli bir püf noktadır. İyi bir ilişkide çatışmalar yaşanır. Bu sayede çiftler sınırlarını tanırlar. Önemli olan nasıl tartışıldığıdır. Karşılıklı suçlamalardan ve hakaretlerden, kişisel saldırılardan oluşan bir tartışma kültürü ilişkiyi yıpratır. Bu noktada öfkeyi biriktirmek de ilişkiye zarar verir.
Problemleri konuşmak: Mutlu çiftler ender olarak birbirlerine soğuk ya da agresif davranırlar. Olumsuz ruh hallerini partnerlerine yüklemezler ve problemleri konuşmak için uygun bir zamanı beklerler. Partnerleri tarafından eleştirildiklerinde şiddetli ve yıkıcı tepki göstermezler. Çift ilişkisi alanında yapılan araştırma sonuçlarına göre; uzun soluklu ilişkide yaşanacak mutluğun temelini karşılıklı saygı ve güven oluşturuyor. Karşılıklı güvenin olduğu bir ilişkide, çiftler kendilerini açıkça ortaya koyabilirler, zayıf yanlarını birbirlerine gösterebilirler ve çok önemli meseleleri birbirleriyle paylaşabilirler.
Birlikte gülebilmek: Çiftlerin güven duygusu içinde birbirlerine karşı açık olmaları kadar önemli olan diğer bir nokta da birlikte gülebilmektir. Birlikte gülen çiftler, ilişkilerini daha fazla güçlendirirler, çünkü gülme sırasında salgılanan mutluluk hormonu (endorfin) sayesinde insanlar mutlu olurlar.
Özetle; uzun vadeli ve mutlu bir ilişki için sevgi tek başına yeterli değildir. Bu dengeyi yakalayabilmek için çiftlerin her birinin ayrı ayrı emek ve anlayış göstermesi gerekiyor.
DBE Davranış Bilimleri Enstitüsü Çocuk ve Genç Psikolojik Danışmanlık Merkezi'nden Uzman Klinik Psikolog Dr. Ayşe Bombacı, ilişkileri uzun ve mutlu bir hale dönüştüren noktaları çiftler için derledi.
Aşka dair birçok tema ile karşılaşılan bu dönemde birçok çift biten ilişkisini yeniden gözden geçirirken, birçoğu da ilişkilerini daha da sağlamlaştırmak için elinden geleni yapıyor. Mutlu, sağlıklı ve uzun ilişkinin beklenen sırları ise DBE Davranış Bilimleri Enstitüsü'nden Uzman Klinik Psikolog Dr. Ayşe Bombacı'dan geldi.
Aşık olunacak zamanın ve kişinin seçilemeyeceğini, ancak nasıl bir ilişki yaşanacağının planlanabileceğini belirten Bombacı, mutlu ve uzun ilişkinin sırlarını şöyle açıklıyor: "Sevdiği insanla birlikte yaşlanmayı ve ömür boyu mutlu olmayı kim istemez ki? Yine de sevgi, uzun süreli ve mutlu bir ilişki için tek başına yeterli değildir. İlk başlarda yaşanan yoğun aşk duyguları, cinsellik ve tutku zamanla azalır. Hiç şüphesiz, uzun vadeli ortak bir mutluluk için aşk ilişkisi çok iyi bir başlangıçtır ama devamlılığı sağlamak için ilişkiye emek vermek gerekir"
Güven, destek, takdir: Mutlu çiftler birbirlerine güvenirler, birbirlerinin hayallerini ve umutlarını desteklerler, başarılarını kutlarlar. İlişki için sorumluluk alırlar, birbirlerinin hislerini ve isteklerini anlarlar. Beklentilerini ve ihtiyaçlarını açıkça dile getirerek birbirlerini gözetirler. Yapılan hataları yeri geldiğinde hoşgörü ve mizahla karşılarlar.
Bireysel özgürlük alanı, beklenti düzeyi: Uzun süreli ortak bir mutluluğun yaşanması için, çiftlerin ilişkide birbirine bağlı olması kadar önemli olan diğer bir faktör ise, birbirlerini kısıtlamamalarıdır. Birbirlerine bireysel özgürlük alanı tanıyan çiftler, ilişkilerinde daha istikrarlı ilerlerler. Her zaman için, her şeyi partneriyle yaşamak isteyen çiftler uzun vadede mutsuz olurlar. Burada çiftler birbirlerine aynı anda birden fazla rol yüklerler.
Partner; hem anne, hem baba, hem en iyi dost hem de sevgili olmalıdır! Böylece partnerimizden insanüstü bir performans beklemeye başlarız. Bu da hayal kırıklıklarını beraberinde getirir. Eşlerin birbirlerine yükledikleri roller ve aşırı beklentiler yüzünden ilişki zorlanabilir. Kişi kendini köşeye sıkışmış hissedebilir.
Zıtlıklar: Her ne kadar halk arasında "farklı kutuplar birbirlerini çeker" dense de kişiler arasındaki zıtlıklar, belki de sadece ilişkinin başlarında yani aşkın yoğun yaşandığı sırada çiftleri rahatsız etmez. Ama uzun vadede zıtlıklar daha çok göze çarpar. Burada, çiftlerin birbirlerini değiştirebileceklerine dair yanlış inançları da söz konusudur. Çoğunlukla kadınlar, evlenince sevdikleri adamları değiştirebileceklerine inanırlarken, erkekler de kadınların hiç değişmeyeceklerine ve hep ilişkinin başlarındaki gibi kalacaklarına inanmak isterler. Karşımdakini değiştirebilirim inancı, uzun süreli ilişkilerde yaşanan bir yanılsamadır aslında.
Ortak hayat planı: Kişisel değerlerin benzer olması, dünyaya bakış açılarının ortak olması ve ortak planlar çift ilişkisini güçlendirir. Özellikle araştırmalar, çiftlerin ortak bir hayat planlarının, gelecek hayallerinin olmasının ilişkilerinin istikrarlı olması açısından çok önemli olduğunu göstermiştir. Birlikte seyahat etmek, yeniliklere açık olmak, çocuk sahibi olmayı istemek, hobiler gibi ortak ilgi alanlarının olması, iki insanı birbirine daha sıkı bağlar. Çatışmaların daha az yaşanması için bunlar önemli ortak yanlardır. Örneğin, çiftlerden biri, tatillerde dünyayı keşfetmek, diğeri de her yıl yazlık eve gitmek istiyorsa çatışma yaşama potansiyeli artar.
Çatışmalar yaşamak: Mutlu çiftler de elbette çatışırlar. Çiftler arasındaki çatışma davranışı, diğer önemli bir püf noktadır. İyi bir ilişkide çatışmalar yaşanır. Bu sayede çiftler sınırlarını tanırlar. Önemli olan nasıl tartışıldığıdır. Karşılıklı suçlamalardan ve hakaretlerden, kişisel saldırılardan oluşan bir tartışma kültürü ilişkiyi yıpratır. Bu noktada öfkeyi biriktirmek de ilişkiye zarar verir.
Problemleri konuşmak: Mutlu çiftler ender olarak birbirlerine soğuk ya da agresif davranırlar. Olumsuz ruh hallerini partnerlerine yüklemezler ve problemleri konuşmak için uygun bir zamanı beklerler. Partnerleri tarafından eleştirildiklerinde şiddetli ve yıkıcı tepki göstermezler. Çift ilişkisi alanında yapılan araştırma sonuçlarına göre; uzun soluklu ilişkide yaşanacak mutluğun temelini karşılıklı saygı ve güven oluşturuyor. Karşılıklı güvenin olduğu bir ilişkide, çiftler kendilerini açıkça ortaya koyabilirler, zayıf yanlarını birbirlerine gösterebilirler ve çok önemli meseleleri birbirleriyle paylaşabilirler.
Birlikte gülebilmek: Çiftlerin güven duygusu içinde birbirlerine karşı açık olmaları kadar önemli olan diğer bir nokta da birlikte gülebilmektir. Birlikte gülen çiftler, ilişkilerini daha fazla güçlendirirler, çünkü gülme sırasında salgılanan mutluluk hormonu (endorfin) sayesinde insanlar mutlu olurlar.
Özetle; uzun vadeli ve mutlu bir ilişki için sevgi tek başına yeterli değildir. Bu dengeyi yakalayabilmek için çiftlerin her birinin ayrı ayrı emek ve anlayış göstermesi gerekiyor.
Alerjiden Korunmak İçin Sağlıklı Beslenmek Gerekiyor
Son dönemlerde, çocuklarda görülen alerjik hastalıkların hızla arttığı belirtiliyor. Özellikle dengesiz beslenme ve kalitesi bozulmuş gıdalar, alerjik hastalıkların artmasının nedenleri arasında gösteriliyor.
Alerjik hastalıklardan korunmak için sağlıklı beslenmenin önemine dikkat çeken Alerji ve İmmünoloji Uzmanı Doç. Dr. Akgül Akpınarlı Antony, Mart ayının Amerika'da 'Sağlıklı Beslenme Farkındalık Ayı' olarak kutlandığını söyledi. Topluma, Mart ayı boyunca sağlıklı ve doğru beslenmenin önemi ve metotları ile ilgili eğitimler ve seminerler verildiğini belirtti.
Doç. Dr. Akgül Akpınarlı Antony sağlıklı beslenmeyi şöyle anlattı: 'Vücudun ihtiyacı olan besin öğelerini, vitamini ve mineralleri vücuda uygun bir şekilde almak gerekir. Çünkü besinler anne karnında başlayarak büyümeye, zekâ gelişimine, sağlığa, bağışıklık sisteminin düzenli çalışmasına, hastalıklar ile basa çıkabilmeye yarayan, bütün enerjiyi ve ihtiyaçları karşılar. Tıbbın babası olarak kabul edilen Hipokrat, 2500 yıl önce 'Besinler ilacınız, ilacınız besininiz olsun' sözleriyle, besinlerin sağlıklı olmamız için önemine değinmiştir.
Hormonlu Gıdalar Alerjiye Neden Oluyor
Özellikle günümüzde eskiye nazaran toksinli, hormonlu ve katkı maddeli gıdaların tüketildiğine değinen Doç. Dr. Akgül Akpınarlı Antony, savunma sistemini oldukça olumsuz etkileyen bu durumun, Alerji başta olmak üzere birçok hastalığa davetiye çıkardığını söyledi.
Çocukları Alerjiden Korumak İçin Tavsiye Edilen Sağlıklı Beslenme Önerileri;
• -Anne adayının, hamilelikten başlayarak, emzirme dönemi de dâhil olmak üzere sağlıklı ve dengeli beslenmeli,
• -Bebeği ilk 6 ay sadece anne sütüyle besleyin. Bir bebek için anne sütünün üstüne bir başka gıda yoktur,
• -Kendi beslenme şeklinizle çocuklarınıza iyi bir örnek oluşturun, çünkü onlar sizden gördüklerini yaparlar,
• -Çocuğunuza bol bol su içirin: Su en sağlıklı içecektir,
• -Mümkün olduğunca bol taze meyve ve sebze tüketin. Çocukların hastalıklara karşı daha dirençli olmaları ve sağlıklı gelişimleri için her gün en az 5 porsiyon taze sebze veya meyve tüketmeleri önerilmektedir,
• -Mevsiminde üretilen sebze ve meyveler tercih edilmelidir,
• -Mümkünse lokal olarak üretilmiş sebze ve meyveler tüketilmelidir,
• -Çocuğun beslenmesinde çeşitliliğe özen gösterilmelidir, çünkü̈ karbonhidratlar, proteinler, yağlar, vitaminler ve mineralleri tek bir besin ile sağlamak mümkün değildir, farklı türde tüketilen gıdalara ihtiyaç vardır,
• -D vitamini savunma sistemi için olmazsa olmaz vitaminlerden biridir, bu nedenle mutlaka D vitamininden zengin; balık, tereyağı, yumurta ve süt ürünlerini dengeli tüketin,
• -Yemeklerinizde her zaman için zeytinyağı kullanmalısınız,
• -Hazır gıdalardan, fabrikadan çıkmış, paketlenmiş yiyeceklerden uzak durmak gerekir, hazır yiyecekler özellikle alerjik çocuklar için oldukça zararlı olan katkı maddelerini içerir,
• -Her yaşta olduğu gibi çocuklarda da şişmanlık önlenmelidir, fazla kilo savunma sisteminin fonksiyonlarını olumsuz etkiler,
Alerjik hastalıklardan korunmak için sağlıklı beslenmenin önemine dikkat çeken Alerji ve İmmünoloji Uzmanı Doç. Dr. Akgül Akpınarlı Antony, Mart ayının Amerika'da 'Sağlıklı Beslenme Farkındalık Ayı' olarak kutlandığını söyledi. Topluma, Mart ayı boyunca sağlıklı ve doğru beslenmenin önemi ve metotları ile ilgili eğitimler ve seminerler verildiğini belirtti.
Doç. Dr. Akgül Akpınarlı Antony sağlıklı beslenmeyi şöyle anlattı: 'Vücudun ihtiyacı olan besin öğelerini, vitamini ve mineralleri vücuda uygun bir şekilde almak gerekir. Çünkü besinler anne karnında başlayarak büyümeye, zekâ gelişimine, sağlığa, bağışıklık sisteminin düzenli çalışmasına, hastalıklar ile basa çıkabilmeye yarayan, bütün enerjiyi ve ihtiyaçları karşılar. Tıbbın babası olarak kabul edilen Hipokrat, 2500 yıl önce 'Besinler ilacınız, ilacınız besininiz olsun' sözleriyle, besinlerin sağlıklı olmamız için önemine değinmiştir.
Hormonlu Gıdalar Alerjiye Neden Oluyor
Özellikle günümüzde eskiye nazaran toksinli, hormonlu ve katkı maddeli gıdaların tüketildiğine değinen Doç. Dr. Akgül Akpınarlı Antony, savunma sistemini oldukça olumsuz etkileyen bu durumun, Alerji başta olmak üzere birçok hastalığa davetiye çıkardığını söyledi.
Çocukları Alerjiden Korumak İçin Tavsiye Edilen Sağlıklı Beslenme Önerileri;
• -Anne adayının, hamilelikten başlayarak, emzirme dönemi de dâhil olmak üzere sağlıklı ve dengeli beslenmeli,
• -Bebeği ilk 6 ay sadece anne sütüyle besleyin. Bir bebek için anne sütünün üstüne bir başka gıda yoktur,
• -Kendi beslenme şeklinizle çocuklarınıza iyi bir örnek oluşturun, çünkü onlar sizden gördüklerini yaparlar,
• -Çocuğunuza bol bol su içirin: Su en sağlıklı içecektir,
• -Mümkün olduğunca bol taze meyve ve sebze tüketin. Çocukların hastalıklara karşı daha dirençli olmaları ve sağlıklı gelişimleri için her gün en az 5 porsiyon taze sebze veya meyve tüketmeleri önerilmektedir,
• -Mevsiminde üretilen sebze ve meyveler tercih edilmelidir,
• -Mümkünse lokal olarak üretilmiş sebze ve meyveler tüketilmelidir,
• -Çocuğun beslenmesinde çeşitliliğe özen gösterilmelidir, çünkü̈ karbonhidratlar, proteinler, yağlar, vitaminler ve mineralleri tek bir besin ile sağlamak mümkün değildir, farklı türde tüketilen gıdalara ihtiyaç vardır,
• -D vitamini savunma sistemi için olmazsa olmaz vitaminlerden biridir, bu nedenle mutlaka D vitamininden zengin; balık, tereyağı, yumurta ve süt ürünlerini dengeli tüketin,
• -Yemeklerinizde her zaman için zeytinyağı kullanmalısınız,
• -Hazır gıdalardan, fabrikadan çıkmış, paketlenmiş yiyeceklerden uzak durmak gerekir, hazır yiyecekler özellikle alerjik çocuklar için oldukça zararlı olan katkı maddelerini içerir,
• -Her yaşta olduğu gibi çocuklarda da şişmanlık önlenmelidir, fazla kilo savunma sisteminin fonksiyonlarını olumsuz etkiler,
23 Mart 2016 Çarşamba
Spor Yapmak Lüks Değil, Bir Alışkanlık Olmalı!
Belki daha önce hiç spor yapmadınız, belki başlayıp bıraktınız… Belki de, sporun bir lüks olduğunu düşünüyorsunuz. Sizi rahatlatarak başlayayım: Spor, kesinlikle bir lüks değil. Doğru spor türünü seçerseniz, çok pahalı malzemeler almanıza gerek yok. Bütçenizin rahatça karşılayabileceği miktarlarla, dilediğiniz spora başlamak mümkün. Spor herkes için bir zorunluluk ve bu durum geliriniz ile sosyal statünüzden etkilenmiyor: Vücudunuz, egzersize ihtiyaç duyuyor. Peki, ilk defa başlayacak olanlar için en uygun sporlar hangileri? Bir soru daha: Zaten spor yapıyor ve başka bir spor türünü de denemek istiyorsanız, hangisini seçmelisiniz? Sizler için her iki sorunun cevabını da içeren bir liste hazırladım.
• Koşu : Koşmanın faydaları saymakla bitmiyor: Vücudunuzu forma sokuyor, kan basıncınızı düzenliyor, akciğer kapasitenizi artırıyor ve özellikle kalça bölgesindeki inatçı yağları kolayca eritiyor. Üstelik herkes kolayca yapabiliyor: Koşu, yediden yetmişe tüm yaş gruplarına hitap ediyor. İhtiyacınız olan tek malzeme sağlam bir ayakkabı ve mümkünse düz bir zemin – rahat edebilmeniz için, koşu ayakkabısı kullanmanızı öneririm. Yavaş bir tempoda başlayıp, zaman geçtikçe hem hızınızı ve hem de mesafenizi artırın, etkilerini görmeye hemen başlayacaksınız.
• Fitness : Adını şimdiye kadar çokça duyduğunuz fitness, aslında hiç de karmaşık bir spor değil. Fit vücut sahibi olmak için en uygun spor olan fitness, sizden başka neredeyse hiçbir malzemeye ihtiyaç duymuyor! Rahat hissedilen bir şeyler giymek, Fitness hareketlerine başlamak için yeterli. Fitness hareketleri çeşitli ve diğer pek çok spor türünden esinleniyor; örneğin şınav çekip 100 metre koşmak, squat hareketleri yapmak ve hatta sadece basit bir yürüyüş dahi fitness içerisinde değerlendirilebiliyor. Kısacası, daha sağlıklı ve daha fit bir vücut için yapılabilecek tüm hareketler, fitness sporu bünyesine giriyor.
• Bisiklet : Bisiklet modelleri sadece çocuklar için değil, büyüklere de hitap ediyor. En az koşu kadar kolay ve faydalı bir spor olan bisiklet, kalça ve bacaklarınızı başka hiçbir spor türünün yapamayacağı ölçüde çalıştırıyor ve biçime sokuyor. Üstelik farklı bisiklet modelleri sayesinde, istediğiniz her yerde bu sporu yapabilmeniz mümkün. İster bir dağ bisikleti alın ve kendinizi doğaya bırakın, isterseniz de işe gidip gelirken kullanın – bisiklet, sizi otomobillere ve toplu taşımaya mahkûm olmaktan kurtarıyor!
• Outdoor Sporları : Hem doğayla baş başa olmak ve hem de spor yapmak için en uygun çözüm, outdoor sporları. Doğa yürüyüşü yapmak için hiçbir malzemeye ihtiyacınız yok; doğanın kendisinden başka! Sadece rotanızı belirlemeniz yeterli, sonrasında her anı keyifli bir yürüyüş sizi bekliyor. Rahat edebilmek ve daha da uzun yürüyebilmek için, trekking ayakkabısı kullanmanızı tavsiye ederim. Bildiğiniz bölgelerde başlayıp, deneyim kazandıkça aynı sporu yapan gruplara katılmanızı öneririm. Outdoor sporları ve doğa yürüyüşü, aynı zamanda sosyalleşmenizi de sağlıyor.
• Futbol : Futbol sporunu tanıtmaya gerek yok, ülkemizde zaten yeterince tanınıyor ve seviliyor. Sanılanın aksine sadece bacakları çalıştıran bir spor değil bu; futbol sırasında vücudun tamamı çalışıyor ve şekle giriyor. Belki şaşıracaksınız ama, mekik çekerek bir türlü kurtulamadığınız göbeğinize futbol sayesinde elveda deyip, “six-pack” denen karın kaslarına bile sahip olabilirsiniz! Futbol, yapılması çok kolay bir spor, zira neredeyse hiçbir ön şart gerektirmiyor. İhtiyacınız olan futbol malzemeleri, sadece bir adet meşin toptan (ve biraz açık alandan) ibaret. Eşofmanlarınızı giymeyi de unutmayın! Ustalaştıkça, krampon, tekmelik ve baldırlık gibi diğer futbol malzemeleri de işin içine girecek elbette – ama başlamak için bir top dışında hiçbir şeye ihtiyacınız yok. (Halı sahada oynuyorsanız, krampon yerine halı saha ayakkabısı kullanmanızı tavsiye ederim.)
Peki, gerek bu sporlar, gerekse de diğerleri için ihtiyaç duyacağınız malzemeleri nereden almalı? Decathlon işte tam da bu noktada devreye giriyor. Avantajlı fiyatları ve uygun alışveriş koşulları, tüm mağazalarında ve web sitelerinde sizleri bekliyor!
Bir boomads advertorial içeriğidir.
• Koşu : Koşmanın faydaları saymakla bitmiyor: Vücudunuzu forma sokuyor, kan basıncınızı düzenliyor, akciğer kapasitenizi artırıyor ve özellikle kalça bölgesindeki inatçı yağları kolayca eritiyor. Üstelik herkes kolayca yapabiliyor: Koşu, yediden yetmişe tüm yaş gruplarına hitap ediyor. İhtiyacınız olan tek malzeme sağlam bir ayakkabı ve mümkünse düz bir zemin – rahat edebilmeniz için, koşu ayakkabısı kullanmanızı öneririm. Yavaş bir tempoda başlayıp, zaman geçtikçe hem hızınızı ve hem de mesafenizi artırın, etkilerini görmeye hemen başlayacaksınız.
Kimlere Hitap Ediyor? | - Yeni Başlayanlara |
Malzeme İhtiyacı | Koşu Ayakkabısı |
• Fitness : Adını şimdiye kadar çokça duyduğunuz fitness, aslında hiç de karmaşık bir spor değil. Fit vücut sahibi olmak için en uygun spor olan fitness, sizden başka neredeyse hiçbir malzemeye ihtiyaç duymuyor! Rahat hissedilen bir şeyler giymek, Fitness hareketlerine başlamak için yeterli. Fitness hareketleri çeşitli ve diğer pek çok spor türünden esinleniyor; örneğin şınav çekip 100 metre koşmak, squat hareketleri yapmak ve hatta sadece basit bir yürüyüş dahi fitness içerisinde değerlendirilebiliyor. Kısacası, daha sağlıklı ve daha fit bir vücut için yapılabilecek tüm hareketler, fitness sporu bünyesine giriyor.
Kimlere Hitap Ediyor? | - Yeni Başlayanlara |
Malzeme İhtiyacı | Fitness tişörtü |
• Bisiklet : Bisiklet modelleri sadece çocuklar için değil, büyüklere de hitap ediyor. En az koşu kadar kolay ve faydalı bir spor olan bisiklet, kalça ve bacaklarınızı başka hiçbir spor türünün yapamayacağı ölçüde çalıştırıyor ve biçime sokuyor. Üstelik farklı bisiklet modelleri sayesinde, istediğiniz her yerde bu sporu yapabilmeniz mümkün. İster bir dağ bisikleti alın ve kendinizi doğaya bırakın, isterseniz de işe gidip gelirken kullanın – bisiklet, sizi otomobillere ve toplu taşımaya mahkûm olmaktan kurtarıyor!
Kimlere Hitap Ediyor? | -Yeni Başlayanlara - Başka bir spor denemek isteyenlere |
Malzeme İhtiyacı | Dağ Bisikleti |
• Outdoor Sporları : Hem doğayla baş başa olmak ve hem de spor yapmak için en uygun çözüm, outdoor sporları. Doğa yürüyüşü yapmak için hiçbir malzemeye ihtiyacınız yok; doğanın kendisinden başka! Sadece rotanızı belirlemeniz yeterli, sonrasında her anı keyifli bir yürüyüş sizi bekliyor. Rahat edebilmek ve daha da uzun yürüyebilmek için, trekking ayakkabısı kullanmanızı tavsiye ederim. Bildiğiniz bölgelerde başlayıp, deneyim kazandıkça aynı sporu yapan gruplara katılmanızı öneririm. Outdoor sporları ve doğa yürüyüşü, aynı zamanda sosyalleşmenizi de sağlıyor.
Kimlere Hitap Ediyor? | - Yeni Başlayanlara |
Malzeme İhtiyacı | - Outdoor Ayakkabı |
• Futbol : Futbol sporunu tanıtmaya gerek yok, ülkemizde zaten yeterince tanınıyor ve seviliyor. Sanılanın aksine sadece bacakları çalıştıran bir spor değil bu; futbol sırasında vücudun tamamı çalışıyor ve şekle giriyor. Belki şaşıracaksınız ama, mekik çekerek bir türlü kurtulamadığınız göbeğinize futbol sayesinde elveda deyip, “six-pack” denen karın kaslarına bile sahip olabilirsiniz! Futbol, yapılması çok kolay bir spor, zira neredeyse hiçbir ön şart gerektirmiyor. İhtiyacınız olan futbol malzemeleri, sadece bir adet meşin toptan (ve biraz açık alandan) ibaret. Eşofmanlarınızı giymeyi de unutmayın! Ustalaştıkça, krampon, tekmelik ve baldırlık gibi diğer futbol malzemeleri de işin içine girecek elbette – ama başlamak için bir top dışında hiçbir şeye ihtiyacınız yok. (Halı sahada oynuyorsanız, krampon yerine halı saha ayakkabısı kullanmanızı tavsiye ederim.)
Kimlere Hitap Ediyor? | - Yeni Başlayanlara - Başka bir spor denemek isteyenler |
Malzeme İhtiyacı | Top, Krampon |
Peki, gerek bu sporlar, gerekse de diğerleri için ihtiyaç duyacağınız malzemeleri nereden almalı? Decathlon işte tam da bu noktada devreye giriyor. Avantajlı fiyatları ve uygun alışveriş koşulları, tüm mağazalarında ve web sitelerinde sizleri bekliyor!
Bir boomads advertorial içeriğidir.
21 Mart 2016 Pazartesi
Psikolojik ağrılara dikkat!
Vücudumuzun değişik yerlerinde ortaya çıkan ağrılar her zaman fizyolojik nedenlerden kaynaklanmıyor. Kimi zaman ağrıların nedeni psikolojik olabiliyor. Önemsenmeyen ağrılar birçok hastalığı da beraberinde getiriyor…
Üsküdar Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Psikiyatri Uzmanı Yrd. Doç. Dr. Barış Önen Ünsalver, çoğu zaman fizyolojik nedenlerle ortaya çıkan ağrıların psikiyatri ile de çok yakından ilgili olduğunun altını çiziyor.
Ağrı beyinde anlam kazanır
Ağrı ile psikiyatri arasında çok yakın bir ilişki olduğunu belirten Yrd. Doç.Dr. Ünsalver, şunları söyledi:
“Ağrı, insanı rahatsız eden ancak çoğunlukla bedendeki bir tehlikeye işaret eden nahoş bir yaşantıdır. Ağrıya herkesin tepkisi farklıdır, hatta bazen ağrılı bir uyaranı aynı kişi farklı zamanlarda farklı şekilde algılayabilir. Ağrı sinir uçlarınca taşınarak beyine ulaşıp işlenir, değerlendirilip tepki ortaya koyulur, dolayısıyla ağrı beyinde yaşanır ve anlam kazanır denebilir. Ağrının nedeni her ne olursa olsun beyin, ağrının yaşandığı yerdir.
Kronik ağrılar psikolojik olabilir!
Bazen ortada bir sebep yokken kişi ağrı hisseder, bazen ağrılı bir uyarana olağandan fazla ya da az tepki gösterilir ya da bazen ağrıyan yapı ortadan cerrahi olarak kaldırılsa dahi ağrısı hissedilmeye devam edilir. Ağrı ve psikiyatrinin ilişkisine bakıldığında, özellikle kronik ağrılı durumlar psikiyatrik tablolara neden olabildiği gibi bazı psikiyatrik tablolar da ağrı nedenlerinin arasında önemli yer tutmaktadır.
Ağrı davranış değiştiriyor
6 aydan uzun süren kronik ağrılarda kişiler kronik ağrı davranışı sergiler. Ağrının şiddeti, ortaya çıkma sıklığı, süresi ve hastada neden olduğu yeti yitimi derecesine bağlı olarak ağrı davranışı değişir. Kişide gerginlik, uyku bozuklukları, bedenle aşırı uğraşı, hareketlerde ve düşünme hızında yavaşlama, tükenmişlik, cinsel isteksizlik ve toplumdan uzaklaşma gibi belirtiler gözlenir.
Ağrı birçok hastalığı tetikliyor!
Depresyona neden oluyor
Ağrı depresyona neden olabilir. Ağrı aynı zamanda depresyon belirtilerinden biridir. Yaşlılarda yaygın vücut ağrısı depresyonun önemli belirtilerindendir. Çocuklar ve ergenlerde ise karın ağrıları ve baş ağrıları depresyon belirtileri arasında yer almaktadır.
Kaygı bozukluğuna neden oluyor
Ağrı kaygıya neden olabilir. Kaygı da ağrıya neden olabilir. Panik bozuklukta kişi kalp ağrısı yaşamaktadır.
Uykuyu bozuyor
Ağrı uykuyu bozar, uykusuzluğa bağlı yaşanan stres ise ağrıyı daha arttırarak bir kısır döngüye neden olur.
Somatik bozukluklara neden oluyor
Bazen kişi bilinçdışı ya da öncesinde yaşadığı bir ruhsal çatışmayı bedensel belirtilerle dışa vurur.
Feneryolu Polikliniği’nden psikiyatri uzmanı Ünsalver, şu bilgileri verdi:
“Ağrı tedavisinin bir parçası olmalıdır. Ağrı tedavisinde ilaç tedavisiyle birlikte psikoterapinin yeri vardır. Eklektik bir yaklaşım gerekir. İlaçlar beyinde bozulmuş olan kimyasal dengeyi yeniden kurmaya yarar. Psikoterapide, kişiye özel yaklaşımlar kullanılmaktadır.
Üsküdar Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Psikiyatri Uzmanı Yrd. Doç. Dr. Barış Önen Ünsalver, çoğu zaman fizyolojik nedenlerle ortaya çıkan ağrıların psikiyatri ile de çok yakından ilgili olduğunun altını çiziyor.
Ağrı beyinde anlam kazanır
Ağrı ile psikiyatri arasında çok yakın bir ilişki olduğunu belirten Yrd. Doç.Dr. Ünsalver, şunları söyledi:
“Ağrı, insanı rahatsız eden ancak çoğunlukla bedendeki bir tehlikeye işaret eden nahoş bir yaşantıdır. Ağrıya herkesin tepkisi farklıdır, hatta bazen ağrılı bir uyaranı aynı kişi farklı zamanlarda farklı şekilde algılayabilir. Ağrı sinir uçlarınca taşınarak beyine ulaşıp işlenir, değerlendirilip tepki ortaya koyulur, dolayısıyla ağrı beyinde yaşanır ve anlam kazanır denebilir. Ağrının nedeni her ne olursa olsun beyin, ağrının yaşandığı yerdir.
Kronik ağrılar psikolojik olabilir!
Bazen ortada bir sebep yokken kişi ağrı hisseder, bazen ağrılı bir uyarana olağandan fazla ya da az tepki gösterilir ya da bazen ağrıyan yapı ortadan cerrahi olarak kaldırılsa dahi ağrısı hissedilmeye devam edilir. Ağrı ve psikiyatrinin ilişkisine bakıldığında, özellikle kronik ağrılı durumlar psikiyatrik tablolara neden olabildiği gibi bazı psikiyatrik tablolar da ağrı nedenlerinin arasında önemli yer tutmaktadır.
Ağrı davranış değiştiriyor
6 aydan uzun süren kronik ağrılarda kişiler kronik ağrı davranışı sergiler. Ağrının şiddeti, ortaya çıkma sıklığı, süresi ve hastada neden olduğu yeti yitimi derecesine bağlı olarak ağrı davranışı değişir. Kişide gerginlik, uyku bozuklukları, bedenle aşırı uğraşı, hareketlerde ve düşünme hızında yavaşlama, tükenmişlik, cinsel isteksizlik ve toplumdan uzaklaşma gibi belirtiler gözlenir.
Ağrı birçok hastalığı tetikliyor!
Depresyona neden oluyor
Ağrı depresyona neden olabilir. Ağrı aynı zamanda depresyon belirtilerinden biridir. Yaşlılarda yaygın vücut ağrısı depresyonun önemli belirtilerindendir. Çocuklar ve ergenlerde ise karın ağrıları ve baş ağrıları depresyon belirtileri arasında yer almaktadır.
Kaygı bozukluğuna neden oluyor
Ağrı kaygıya neden olabilir. Kaygı da ağrıya neden olabilir. Panik bozuklukta kişi kalp ağrısı yaşamaktadır.
Uykuyu bozuyor
Ağrı uykuyu bozar, uykusuzluğa bağlı yaşanan stres ise ağrıyı daha arttırarak bir kısır döngüye neden olur.
Somatik bozukluklara neden oluyor
Bazen kişi bilinçdışı ya da öncesinde yaşadığı bir ruhsal çatışmayı bedensel belirtilerle dışa vurur.
Feneryolu Polikliniği’nden psikiyatri uzmanı Ünsalver, şu bilgileri verdi:
“Ağrı tedavisinin bir parçası olmalıdır. Ağrı tedavisinde ilaç tedavisiyle birlikte psikoterapinin yeri vardır. Eklektik bir yaklaşım gerekir. İlaçlar beyinde bozulmuş olan kimyasal dengeyi yeniden kurmaya yarar. Psikoterapide, kişiye özel yaklaşımlar kullanılmaktadır.
Dikkat! Bu 8 Besin Acıktırıyor
Diyetisyen Kübra Bal ''Kilo vermek istiyorsanız, iştahınızı arttıran bazı yiyeceklerden sakınmanız gerek'', diyor.
Glisemik indeksi yüksek besinler kan şekerini hızlı yükseltmeye sebep olabiliyor. Yükselen kan şekerini düşürmek için vücut daha fazla insülin hormonu salgılıyor. Bu durum kan şekerinin düşmesine sebep oluyor, bu sebeple kişi tekrar acıkıyor. İştah hali devam ederken, daha fazla ve daha sık yemek istersiniz. Kan şekeri seviyenizi dengede tutmak için peynir, düşük yağlı yoğurt, yumurta beyazı, ''sağlıklı'' etiketli ürünler, çin yemeği, sakız, hazır çorba ve düşük lifli besinleri kontrollü tüketmek gerekiyor.
Yedikçe yediren Peynir
Sütün içerisinde bulunan kazein bileşiklerinden kazomorfin, peynirdeki yağ ve tuzla bir araya geldiğinde, yedikçe yedirten besinler arasında yer alıyor. Glisemik indeksi düşük olmasına rağmen yeme hissi sürekli acıkma haline sebep olabilir. Peyniri ayakta ya da ekmek arasında atıştırmak şeklinde değil, kahvaltı tabağınıza yiyeceğiniz kadar ölçüde (ortalama 50 gram kadar) alın. Diğer bir alternatif salatalarınız üzerine koyarak, salatanızın doyuruculuğunu artırabilir, öğün yerine geçmesini sağlayabilirsiniz.
Doyurmayan düşük yağlı yoğurt
Yoğurdun zayıflama üzerine kuşkusuz çok etkisi bulunuyor. Ancak düşük yağlı yoğurtların, karbonhidrat oranı daha yüksek olduğundan hem kan şekerini daha hızlı yükseltiyor hem de doyurucu etkisi tam yağlı olanlara göre daha az olduğundan acıkmaya sebep olabiliyor. Ana yemeklerinizin yanında 1'er kase tüketilebileceği gibi, kahvaltıda yulafla veya ara öğünlerde taze/kuru meyvelerle de yenebilir.
Proteinden yüksek yumurta beyazı
Yumurta beyazı yüksek protein içerse de sadece yumurta beyazını kullanmak doyurucu değildir. Yumurtanın sarısı içerdiği doymuş yağlarla hem doyurucu etkidedir hem de A ve B vitaminlerinin emilimini artırır. İçerdiği kolin sayesinde karaciğer yağlanmasını azaltır, kas ve beyin sağlığına katkıda bulunur. Yumurtanın beyazını ve sarısını birlikte tüketmeli, omletinizi bu şekilde hazırlamalısınız.
Karbonhidratın Adresi "Sağlıklı" Etiketli Ürünler
Sağlıklı ve diyet etiketi altında satılan ürünlerin yağ oranları çok düşük ve karbonhidrat oranları yüksektir. Bu nedenle doyurucu etkide değillerdir. Bunların yerine tok tutucu etkide olan badem, ceviz, fındık, kaju gibi protein ve yağ içeriği yüksek kuruyemişlerle ara öğünler yapmak daha sağlıklı bir alternatif.
Çin Yemekleri Kaçamak Olsun
Çin yemeklerinin içerisinde bulunan monosodyumglutamat lezzet arttırıcı özelliği ile yemeklerin fazla yenmesine neden olur. Tatlı soslardan ve noodle gibi karbonhidratlı yiyeceklerden oluşan Çin yemeklerini sık sık tüketmek uygun değildir. Kendinizi ayda 1 çin yemeği ile ödüllendirebilirsiniz.
Sakız Ağzı Oyalar Karnı Acıktırır
Sakız çiğnemek, ağzı oyalamak ve bir şey atıştırmayı önlemekten çok, mide asidini artırdığı için acımaya sebep olur. Bu nedenle diyetlerde, besin tüketimini engellemek için sıkça sakız çiğnemek uygun değildir.
Sağlıklı Çorbalar Sağlıklı Yaşam
Ev çorbalarının diyetlerde tok tutucu etkisi yadsınamaz. Ancak, hazır çorbaların içerisinde de bulunan monosodyumglutamat katkı maddesi acıkmanıza neden olur. Sofralarımızdan hiç eksik olmayan, Türk mutfağının başlıca yemeklerinden ev yapımı çorbalar, kansere, sindirime, kolesterole ve bunun gibi birçok hastalığa çare olur. Hazır çorbalar yerine evinizde kendi malzemelerinizle hazırlayacağınız domates, tarhana, brokoli, mercimek, yayla, mısır ve mantar çorbaları ile hem sağlıklı beslenir hem de birçok hastalığa doğal yollarla karşı çıkabilirsiniz.
Düşük Lifli Besin Yüksek Glisemik İndekstir
Lif içeriği düşük besinler, lifli besinlere göre daha hızlı sindirildiğinden mide ve bağırsaklarda kısa kalır ve hızlı kana karışır. Bu durum çabuk acıkmaya sebep olur. Ayrıca yüksek lif, düşük glisemik indeks; düşük lif yüksek glisemik indeks anlamına geliyor. Bu nedenle beyaz un yerine tam buğday unu, pirinç yerine bulgur pilavı ve kurubakliyatlar beslenmemizde yer almalı.
Glisemik indeksi yüksek besinler kan şekerini hızlı yükseltmeye sebep olabiliyor. Yükselen kan şekerini düşürmek için vücut daha fazla insülin hormonu salgılıyor. Bu durum kan şekerinin düşmesine sebep oluyor, bu sebeple kişi tekrar acıkıyor. İştah hali devam ederken, daha fazla ve daha sık yemek istersiniz. Kan şekeri seviyenizi dengede tutmak için peynir, düşük yağlı yoğurt, yumurta beyazı, ''sağlıklı'' etiketli ürünler, çin yemeği, sakız, hazır çorba ve düşük lifli besinleri kontrollü tüketmek gerekiyor.
Yedikçe yediren Peynir
Sütün içerisinde bulunan kazein bileşiklerinden kazomorfin, peynirdeki yağ ve tuzla bir araya geldiğinde, yedikçe yedirten besinler arasında yer alıyor. Glisemik indeksi düşük olmasına rağmen yeme hissi sürekli acıkma haline sebep olabilir. Peyniri ayakta ya da ekmek arasında atıştırmak şeklinde değil, kahvaltı tabağınıza yiyeceğiniz kadar ölçüde (ortalama 50 gram kadar) alın. Diğer bir alternatif salatalarınız üzerine koyarak, salatanızın doyuruculuğunu artırabilir, öğün yerine geçmesini sağlayabilirsiniz.
Doyurmayan düşük yağlı yoğurt
Yoğurdun zayıflama üzerine kuşkusuz çok etkisi bulunuyor. Ancak düşük yağlı yoğurtların, karbonhidrat oranı daha yüksek olduğundan hem kan şekerini daha hızlı yükseltiyor hem de doyurucu etkisi tam yağlı olanlara göre daha az olduğundan acıkmaya sebep olabiliyor. Ana yemeklerinizin yanında 1'er kase tüketilebileceği gibi, kahvaltıda yulafla veya ara öğünlerde taze/kuru meyvelerle de yenebilir.
Proteinden yüksek yumurta beyazı
Yumurta beyazı yüksek protein içerse de sadece yumurta beyazını kullanmak doyurucu değildir. Yumurtanın sarısı içerdiği doymuş yağlarla hem doyurucu etkidedir hem de A ve B vitaminlerinin emilimini artırır. İçerdiği kolin sayesinde karaciğer yağlanmasını azaltır, kas ve beyin sağlığına katkıda bulunur. Yumurtanın beyazını ve sarısını birlikte tüketmeli, omletinizi bu şekilde hazırlamalısınız.
Karbonhidratın Adresi "Sağlıklı" Etiketli Ürünler
Sağlıklı ve diyet etiketi altında satılan ürünlerin yağ oranları çok düşük ve karbonhidrat oranları yüksektir. Bu nedenle doyurucu etkide değillerdir. Bunların yerine tok tutucu etkide olan badem, ceviz, fındık, kaju gibi protein ve yağ içeriği yüksek kuruyemişlerle ara öğünler yapmak daha sağlıklı bir alternatif.
Çin Yemekleri Kaçamak Olsun
Çin yemeklerinin içerisinde bulunan monosodyumglutamat lezzet arttırıcı özelliği ile yemeklerin fazla yenmesine neden olur. Tatlı soslardan ve noodle gibi karbonhidratlı yiyeceklerden oluşan Çin yemeklerini sık sık tüketmek uygun değildir. Kendinizi ayda 1 çin yemeği ile ödüllendirebilirsiniz.
Sakız Ağzı Oyalar Karnı Acıktırır
Sakız çiğnemek, ağzı oyalamak ve bir şey atıştırmayı önlemekten çok, mide asidini artırdığı için acımaya sebep olur. Bu nedenle diyetlerde, besin tüketimini engellemek için sıkça sakız çiğnemek uygun değildir.
Sağlıklı Çorbalar Sağlıklı Yaşam
Ev çorbalarının diyetlerde tok tutucu etkisi yadsınamaz. Ancak, hazır çorbaların içerisinde de bulunan monosodyumglutamat katkı maddesi acıkmanıza neden olur. Sofralarımızdan hiç eksik olmayan, Türk mutfağının başlıca yemeklerinden ev yapımı çorbalar, kansere, sindirime, kolesterole ve bunun gibi birçok hastalığa çare olur. Hazır çorbalar yerine evinizde kendi malzemelerinizle hazırlayacağınız domates, tarhana, brokoli, mercimek, yayla, mısır ve mantar çorbaları ile hem sağlıklı beslenir hem de birçok hastalığa doğal yollarla karşı çıkabilirsiniz.
Düşük Lifli Besin Yüksek Glisemik İndekstir
Lif içeriği düşük besinler, lifli besinlere göre daha hızlı sindirildiğinden mide ve bağırsaklarda kısa kalır ve hızlı kana karışır. Bu durum çabuk acıkmaya sebep olur. Ayrıca yüksek lif, düşük glisemik indeks; düşük lif yüksek glisemik indeks anlamına geliyor. Bu nedenle beyaz un yerine tam buğday unu, pirinç yerine bulgur pilavı ve kurubakliyatlar beslenmemizde yer almalı.
Beyin ile kalp arasındaki ince çizgi 'AŞK'
Artık şu günlerde pek çok kişi aşk üzerine konuşuyor, aşkın hastalık olup olmadığı tartışılıyor.
Bu konuda öncelikle aşk, sevgi gibi duygu durumlarının ve cinsel isteğin birçok merkez ve hormonal faaliyet tarafından, beynimizin kontrolünde geliştiğini bilmek gerekiyor.
Aşk; insana haz ve enerji veren, ulaşamadığımızda da derin üzüntü içinde bırakan bir duygu olarak tüm hayatımızı etkiliyor. Bilincinde olduğumuz hormonlar kadar, hiç farkına varmadığımız bilinçaltı etkenler de aşık olmamızda etkili oluyor.
REEM Nöropsikiyatri Merkezi'nden Nöroloji Uzmanı Dr. Mehmet Yavuz, kimi zaman hastalık derecesine gelerek insanları etkileyen aşk ve beyin arasındaki ilişki hakkındaki görüşlerini paylaşıyor.
"Aşk, derin bir melankoliye dönüşerek kişiyi hasta edebiliyor"
Aşk mutluluğu yaşayan veya aşk acısı çeken binlerce insan üzerinde yapılan araştırmalar; mutluluktan havalara uçma ya da ölümüne keder yaşama tablosuna işaret ederek, aşkın beyin üzerindeki etkisine dikkat çeker. Bazı araştırmacılar, beyinde depresyonla büyük ilişkisi olan serotonin hormonunun aşk acısı ve duygusu üzerinde de etkili olduğunu iddia etmektedir. Bu görüşlere göre, serotonin hormonunun az salgılanması aşk acısını körükler, daha dayanılmaz hale getirir. Dolayısıyla aşık olan bir kişi yemeden içmeden kesilebilir, uyku düzeni bozulabilir ve hatta psikolojik bozukluklar yaşayabilir. Çünkü aşk bir saplantıdır, melankoli halidir.
Aşk, depresyona eğilimli kişilerde daha baskın yaşanıyor
Depresyonlu ya da depresyona eğilimli kişilerde aşk duyguları daha yoğun yaşanır. Bu yüzden aşık olanlarda, serotonin hormununun düzeyi, normal insanlara göre yüzde 40 daha düşüktür. Bu durum aşık olanların depresyona çok yatkın olduklarını göstermektedir. Aşktan dolayı üzüntü yaşayanlara antidepresan ilaçlar verilebilir ya da beyinde serotonin salgısını arttıran Manyetik Stimülasyon (TMS) da tedavide kullanılabilir.
Aşık olunduğunda, beyindeki Amigdala'nın düzeni bozuluyor
Prefrontal Korteks; psikolojimizi kontrol eden, sol alın bölgesinin hemen arkasında yer alan, bilardo topu büyüklüğünde bir alandır. Depresif hastalarda, bu bölgenin çalışması bozulur. Bu bölgede, kafatasına yapılan güçlü manyetik uyarımlar ile kontrolden çıkan bölgenin dengesi yeniden sağlanır. Aşk hali, Prefrontal Korteks'in dengesini bozabilir. Beynin içinde badem büyüklüğünde olan ve biri sağ diğeri sol beyin yarımküresinde olan Amigdala korkuyu kontrol eder. Aşk esnasında çekinceye ve korkuya neden olan Amigdala'nın devreden çıkması kişinin her zamankinden daha fazla risk almasına neden olur.
Aşkın takıntıya dönüşmemesi için, kişinin kendine zaman ayırması gerekiyor
Aşk nedeniyle günlük yaşamı bozulan kişiler, bağımlılık merkezlerinde terapi görebilir. Genellikle aşırı yoğun ya da tekrarlanan aşk acılarının ardından geçmişe dair korkular çıkar. Kişinin korkularını keşfetmek, o anı ve geleceği sağlıklı yaşaması için bir zorunluluk haline gelmiş olabilir. Bunun dışında aşk acısı çekenlere yapılan terapinin en önemli kısmını, kişiye kendisi ile ilgilenme görevinin verilmesi oluşturur.
Kişinin takıntılı bir şekilde başka birini düşünmesinin önüne geçebilmek amacıyla dikkati dağıtılır ve bireyin hayatın merkezine tekrar kendini oturtması sağlanmaya çalışılır. Serotonin eksikliğinin daha çok üzüntüye yol açtığı da bilindiğinden; kişinin yeni hobiler edinmesi, kendisine gün içinde vakit ayırması, spora yapması önerilir. Sağlık durumuna uygun olarak seçilen spor aktivitelerinin serotinini arttırdığı bilinmektedir.
Artık moda minimalist estetik
Estetik cerrahide son moda sade ama basit olmayan, yalın ama yavan olmayan bir güzellik anlayışı
"Artık birbirine benzeyen, radikal değişim yaşamış, oldukça büyütülmüş veya küçültülmüş uzuvlar yok.
İnsanların tek istediği sadelik, doğallık, yalınlık" diyen Estetik International Sağlık Grubu kurucusu Op. Dr. Bülent Cihantimur, estetik cerrahinin geçmişinde sıkça rastlanan hatalı müdahaleleri günümüzde görmediğimizi ve bunun nedeninin ise, gelişen teknoloji ve estetik cerrahi konusunda yapılan araştırmalar olduğunu söyledi ve ekledi:" Estetik cerrahi ayrıca sanatsal bir bakış açısıyla yapılması gereken bir bilim.
Bu sebeple bir cerrah el becerisini bilimle ve sanatla harmanladığında ortaya çıkan sonuç son derece iyi oluyor. Hastanın istediği zaten minimal bir değişim, başka birisi olmak istemiyor. Bu minimalist doğal yaklaşımı ise bize az evvel saydığım teknoloji, el becerisi, sanatsal bakış açısı sağlayabiliyor"
Ameliyatsız estetik bu yüzden seviliyor
"Ameliyatsız estetik müdahaleler hastaya cerrahinin olası komplikasyonlarını yaşatmaz. Ve eğer siz yaşlanma belirtilerini fark eder etmez önlemler almaya başlarsanız, cerrahiye de ihtiyaç duymazsınız. Ameliyatsız estetik aynı zamanda iyileşme döneminde konforludur, hayatınıza ara vermek zorunda kalmazsınız. Zaten geliştirdiğim Örümcek Ağı estetiğinin de bu denli sevilmesinin ve favori uygulamalar arasında gösterilmesinin de yegane sebebi bu aslında.
Örümcek Ağı estetiği aynı zamanda minimalist bir estetik yaklaşımdır. Radikal bir değişim yerine doğal, gençleştirme yapar. Hasta başka birisine benzemez, gençliğine döner" diyen Op. Dr. Bülent Cihantimur, Örümcek Ağı estetiğinin hacimsel olarak yüzü küçülttüğünü de vurguladı.
Kendi kök hücreleriniz baş tacı
"Minimalist estetik yaklaşımının bir diğer önemli ayağı kök hücreler, yağ transferi uygulamaları. Artık bu işlemleri noktasal girişlerle minimal izlerle yapabiliyoruz. Söz gelimi hastanın kendi bölgesel yağını, ihtiyacı olan bir başka bölgesine transfer ettiğimizde, mutlaka kök hücreden zengin kısmının avantajlarını kullanıyoruz. Özellikle yüz bölgesinde yaşanan yağ kayıpları, sarkmalar, cildin canlılığını kaybetmesi, kırışıklıklar,
Örümcek Ağı estetiği ve yağ transferi ile çözümlenebiliyor. Yüz 15 yaş öncesine gidiyor, değişim geriye doğru, farklı bir yüz değil" diyen Cihantimur, yağ transferi uygulamasında Cihantimur Yağ transferi tekniğini kullandığını ve bu şekilde kök hücrelerin nakledildikleri yerde tamına yakının yaşatıldığını söyledi.
"Artık birbirine benzeyen, radikal değişim yaşamış, oldukça büyütülmüş veya küçültülmüş uzuvlar yok.
İnsanların tek istediği sadelik, doğallık, yalınlık" diyen Estetik International Sağlık Grubu kurucusu Op. Dr. Bülent Cihantimur, estetik cerrahinin geçmişinde sıkça rastlanan hatalı müdahaleleri günümüzde görmediğimizi ve bunun nedeninin ise, gelişen teknoloji ve estetik cerrahi konusunda yapılan araştırmalar olduğunu söyledi ve ekledi:" Estetik cerrahi ayrıca sanatsal bir bakış açısıyla yapılması gereken bir bilim.
Bu sebeple bir cerrah el becerisini bilimle ve sanatla harmanladığında ortaya çıkan sonuç son derece iyi oluyor. Hastanın istediği zaten minimal bir değişim, başka birisi olmak istemiyor. Bu minimalist doğal yaklaşımı ise bize az evvel saydığım teknoloji, el becerisi, sanatsal bakış açısı sağlayabiliyor"
Ameliyatsız estetik bu yüzden seviliyor
"Ameliyatsız estetik müdahaleler hastaya cerrahinin olası komplikasyonlarını yaşatmaz. Ve eğer siz yaşlanma belirtilerini fark eder etmez önlemler almaya başlarsanız, cerrahiye de ihtiyaç duymazsınız. Ameliyatsız estetik aynı zamanda iyileşme döneminde konforludur, hayatınıza ara vermek zorunda kalmazsınız. Zaten geliştirdiğim Örümcek Ağı estetiğinin de bu denli sevilmesinin ve favori uygulamalar arasında gösterilmesinin de yegane sebebi bu aslında.
Örümcek Ağı estetiği aynı zamanda minimalist bir estetik yaklaşımdır. Radikal bir değişim yerine doğal, gençleştirme yapar. Hasta başka birisine benzemez, gençliğine döner" diyen Op. Dr. Bülent Cihantimur, Örümcek Ağı estetiğinin hacimsel olarak yüzü küçülttüğünü de vurguladı.
Kendi kök hücreleriniz baş tacı
"Minimalist estetik yaklaşımının bir diğer önemli ayağı kök hücreler, yağ transferi uygulamaları. Artık bu işlemleri noktasal girişlerle minimal izlerle yapabiliyoruz. Söz gelimi hastanın kendi bölgesel yağını, ihtiyacı olan bir başka bölgesine transfer ettiğimizde, mutlaka kök hücreden zengin kısmının avantajlarını kullanıyoruz. Özellikle yüz bölgesinde yaşanan yağ kayıpları, sarkmalar, cildin canlılığını kaybetmesi, kırışıklıklar,
Örümcek Ağı estetiği ve yağ transferi ile çözümlenebiliyor. Yüz 15 yaş öncesine gidiyor, değişim geriye doğru, farklı bir yüz değil" diyen Cihantimur, yağ transferi uygulamasında Cihantimur Yağ transferi tekniğini kullandığını ve bu şekilde kök hücrelerin nakledildikleri yerde tamına yakının yaşatıldığını söyledi.
17 Mart 2016 Perşembe
Adet sancılarına doğadan gelen çözüm
Her ay korkulu rüya gibi gelen bu dönem, vücut için bir hediye olsa da beraberinde getirdiği çok sayıda belirti nedeniyle çekilmez bir hal alabiliyor. Bu belirtilerin başında ağrılı kramplar, bulantı, şişkinlik, baş ağrısı ve sırt ağrısını sıralayabiliriz.
Vücudu yoran bu belirtiler nedeniyle güçsüz ve yorgun kalınabileceğini vurgulayan Diyetisyen Danem Apa Doğan, özellikle kış aylarında artan adet sancısı ve şikayetlerinin azalmasına yardımcı olacak doğal yiyecek ve içecekleri sıraladı;
SU
Günde 2,5-3 litre su tüketimi özellikle adet dönemlerindeki şişkinlik ve kramplara karşı etkili olur. Krampların şiddetini azaltır. Özellikle bu dönemde artan tatlı isteğine karşı koyabilmek için su içimini arttırmalı ve şeker dengesini sağlayabilmek için su şişenizin içine 1 çubuk tarçın koyarak denemelisiniz.
BALIK
Omega 3 yağ asitleri ve D vitamini yönünden zengin somon gibi yağlı balıklar adet sancılarının azalmasına yardımcı olur. Her iki besin öğesi de kramp ve sancıların azalmasında etkilidir. Şişkinlik şikayetinin de azalması için kızartma yapmaktan kaçınmalı fırında buğulama veya ızgara yöntemlerini seçmelisiniz. Ayrıca balığın yanında yapacağınız havuçlu bir salata da yine krampları etkisizleştirmek için çok etkili olacaktır.
ANANAS
Sulu olması ve tatlı tadıyla ananas krampların azalmasında, ödemin giderilmesinde en etkili besinlerin başında geliyor. Özellikle adet dönemi şişkinliklerinin giderilmesi için her gün kullanırsanız adet dönemi şikayetlerinizin azaldığını görebilirsiniz.
BİTKİ ÇAYLARI
Yeşil çay, kırmızı meyve çayları, tarçın portakal çayı ve nane limon çayı, adet süreci içinde değişen tüm vücut fonksiyonlarınızın düzenli şekilde çalışmasını sağlayacaktır. Yeşil çay ödem oluşumunu azaltır ve metabolizmanızın daha hızlı çalışmasını sağlar. Kırmızı meyve çayları (ahududu, kuşburnu, kızılcık, yaban mersini vb.) ise içeriğindeki antioksidan kapasitesi ile rahatlatıcı etki gösterir ve kramp şikayetlerini azaltır. Tarçın portakal çayı artan tatlı isteğinizi bastırmada en etkili bitki çaylarının başında gelir. Nane limon çayı ise şişkinlik, gaz ve bulantı şikayetlerinizin azalması için yine içmeniz gereken çaylar arasındadır. Ancak bu noktada dikkat etmeniz gereken nokta güvenilir kaynaklardan elde edilen, saklama ve üretim koşulları belli olan çaylardan tercih etmeniz olmalıdır.
BİTTER ÇİKOLATA
Tatlıya en çok ihtiyaç duyduğumuz adet döneminde yine doğru tercihler ile tatlı atağınızı bastırabilirsiniz. Kalori değeri yüksek tatlılar yerine yiyeceğiniz 20 gram bitter çikolata sizi mutlu ederken antioksidan etkisi ile kasların gevşemesine, rahatlamaya ve ağrıların azalmasına destek olur.
MUZ
Egzersiz öncesi kramp oluşumunu engellemek için verdiğimiz muz aynı şekilde adet sancı ve kramplarının azalması için de en çok tavsiye edilen besinlerin başındadır. Adet döneminde yiyeceğiniz 1 muz kramp şikayetlerinizi ne denli azaltıyor takip edebilirsiniz.
TARÇINLI SÜT
Sabahları içeceğiniz tarçınlı ılık süt, kalsiyumun etkisi ile kramplara karşı etkili olacaktır. Tarçın ile tatlandırdığınız sütünüz tatlı atağınızın oluşmasını engeller. Eğer süt içtiğimde şişkinlik şikayetim artıyor diyorsanız laktozsuz süt deneyebilirsiniz.
EGZERSİZİ İHMAL ETMEYİN
Her zaman olduğu gibi adet döneminde de egzersizi ihmal etmemek çok önemli. Gün içinde orta tempoda yürüyüşler yaparak kaslarınızın rahatlamasına yardımcı olabilirsiniz.
Beslenmenizde yaptığınız doğru tercihler ile yaşamınızın her dönemini kaliteli yaşayabilirsiniz.
Vücudu yoran bu belirtiler nedeniyle güçsüz ve yorgun kalınabileceğini vurgulayan Diyetisyen Danem Apa Doğan, özellikle kış aylarında artan adet sancısı ve şikayetlerinin azalmasına yardımcı olacak doğal yiyecek ve içecekleri sıraladı;
SU
Günde 2,5-3 litre su tüketimi özellikle adet dönemlerindeki şişkinlik ve kramplara karşı etkili olur. Krampların şiddetini azaltır. Özellikle bu dönemde artan tatlı isteğine karşı koyabilmek için su içimini arttırmalı ve şeker dengesini sağlayabilmek için su şişenizin içine 1 çubuk tarçın koyarak denemelisiniz.
BALIK
Omega 3 yağ asitleri ve D vitamini yönünden zengin somon gibi yağlı balıklar adet sancılarının azalmasına yardımcı olur. Her iki besin öğesi de kramp ve sancıların azalmasında etkilidir. Şişkinlik şikayetinin de azalması için kızartma yapmaktan kaçınmalı fırında buğulama veya ızgara yöntemlerini seçmelisiniz. Ayrıca balığın yanında yapacağınız havuçlu bir salata da yine krampları etkisizleştirmek için çok etkili olacaktır.
ANANAS
Sulu olması ve tatlı tadıyla ananas krampların azalmasında, ödemin giderilmesinde en etkili besinlerin başında geliyor. Özellikle adet dönemi şişkinliklerinin giderilmesi için her gün kullanırsanız adet dönemi şikayetlerinizin azaldığını görebilirsiniz.
BİTKİ ÇAYLARI
Yeşil çay, kırmızı meyve çayları, tarçın portakal çayı ve nane limon çayı, adet süreci içinde değişen tüm vücut fonksiyonlarınızın düzenli şekilde çalışmasını sağlayacaktır. Yeşil çay ödem oluşumunu azaltır ve metabolizmanızın daha hızlı çalışmasını sağlar. Kırmızı meyve çayları (ahududu, kuşburnu, kızılcık, yaban mersini vb.) ise içeriğindeki antioksidan kapasitesi ile rahatlatıcı etki gösterir ve kramp şikayetlerini azaltır. Tarçın portakal çayı artan tatlı isteğinizi bastırmada en etkili bitki çaylarının başında gelir. Nane limon çayı ise şişkinlik, gaz ve bulantı şikayetlerinizin azalması için yine içmeniz gereken çaylar arasındadır. Ancak bu noktada dikkat etmeniz gereken nokta güvenilir kaynaklardan elde edilen, saklama ve üretim koşulları belli olan çaylardan tercih etmeniz olmalıdır.
BİTTER ÇİKOLATA
Tatlıya en çok ihtiyaç duyduğumuz adet döneminde yine doğru tercihler ile tatlı atağınızı bastırabilirsiniz. Kalori değeri yüksek tatlılar yerine yiyeceğiniz 20 gram bitter çikolata sizi mutlu ederken antioksidan etkisi ile kasların gevşemesine, rahatlamaya ve ağrıların azalmasına destek olur.
MUZ
Egzersiz öncesi kramp oluşumunu engellemek için verdiğimiz muz aynı şekilde adet sancı ve kramplarının azalması için de en çok tavsiye edilen besinlerin başındadır. Adet döneminde yiyeceğiniz 1 muz kramp şikayetlerinizi ne denli azaltıyor takip edebilirsiniz.
TARÇINLI SÜT
Sabahları içeceğiniz tarçınlı ılık süt, kalsiyumun etkisi ile kramplara karşı etkili olacaktır. Tarçın ile tatlandırdığınız sütünüz tatlı atağınızın oluşmasını engeller. Eğer süt içtiğimde şişkinlik şikayetim artıyor diyorsanız laktozsuz süt deneyebilirsiniz.
EGZERSİZİ İHMAL ETMEYİN
Her zaman olduğu gibi adet döneminde de egzersizi ihmal etmemek çok önemli. Gün içinde orta tempoda yürüyüşler yaparak kaslarınızın rahatlamasına yardımcı olabilirsiniz.
Beslenmenizde yaptığınız doğru tercihler ile yaşamınızın her dönemini kaliteli yaşayabilirsiniz.
16 Mart 2016 Çarşamba
Kalp hastalığı olanların bacak damarları
“Bacak ağrıları, ister atardamar ister toplardamarlara bağlı olsun, tanının tek seansta hızlı bir şekilde koyulmasının mümkün olduğu” belirtiliyor.
Atardamarlara bağlı ağrılar ciddi ağrılara, kapanmayan yaralara, hatta bacak kaybına sebep olabilir. Toplardamar kaynaklı ağrılar basit varis hastalığına bağlı ise tedavi ile düzelebilir, iç varise bağlı ise başka problemlerin ortaya çıkması engellenebilir.
Bacak ağrıları travmaya bağlı veya travma dışında tıbbi nedenlerle ortaya çıkabilir.
Bacak ağrıları, bacakta bulunan kemikler, eklemler, eklemleri stabilize eden ligamentler, kaslar, kasların kemiklere yapıştığı tendonlar, kan damarları (atardamar, toplardamar), sinirler, ciltte olan zedelenmelere, inflamasyonlara (romatolojik, enfesiyonlara veya diğer nedenlere) bağlı veya nadiren de olsa tümör kaynaklı olabilir. Ayrıca bel bölgesi rahatsızlıklarında ağrı bacağa yansıyabilir. Bazen bacağa gelen atardamarlarda kronik ve ani gelişen tıkanıklıklar bacak ağrılarına neden olabilir.
“Koroner kalp hastalığı olanların bacak damarlarında da ateroskleroza bağlı darlıklar olabilir.”
Bacakta; kalpten kanı getiren atardamarların daralma ya da tıkanması nedeniyle, genellikle hareketle artan, dinlenmekle azalan, ancak ileri dönemlerdeki daralma ve tıkanmalarda (ani gelişen embolik tıkanmalarda da olabilir) veya yara gelişmesi durumunda ciddi ağrı kesicilerle geçebilen, bacağın yetersiz kanlanması nedeniyle olan ağrı gelişir.
Bacakta kullanılan kanı kalbe geri götüren toplardamarlardaki sorunlara bağlı olan ağrılar ise; Derin Ven Trombozu (DVT) ve Tromboflebit (yüzeyel damarların iltihabı) halinde veya bacakta kanın göllenmesi nedeniyle olan ağrılar (basit varis veya iç varise bağlı) şeklindedir.
Ortopedik, Romatolojik, diğer sistemik hastalıklar veya bel ağrılarına bağlı ağrılar için birçok tetkik yapılması gerekebilir, tanının konulması masraflı ve zaman alabilir. Buna rağmen bacakta ister atardamar ister toplardamarlara bağlı olsun vasküler kökenli ağrıların tanısını koyabilmek Duplex Ultrason inceleme ile nispeten daha kolaydır.
Bacak damarlarına bağlı olan ağrıların ciddi sonuçları olabileceği için bacak ağrılarının damar kaynaklı olup olmadığına karar verebilmek büyük önem taşır.
Muayene sırasında yapılan Duplex Ultrason(damar ultrasonu) inceleme ile tek seansta ağrılarınızın damarlara bağlı olup olmadığına karar verilebilir.
Atardamarlara bağlı ağrılar ciddi ağrılara, kapanmayan yaralara, hatta bacak kaybına sebep olabilir. Toplardamar kaynaklı ağrılar basit varis hastalığına bağlı ise tedavi ile düzelebilir, iç varise bağlı ise başka problemlerin ortaya çıkması engellenebilir.
Bacak ağrıları travmaya bağlı veya travma dışında tıbbi nedenlerle ortaya çıkabilir.
Bacak ağrıları, bacakta bulunan kemikler, eklemler, eklemleri stabilize eden ligamentler, kaslar, kasların kemiklere yapıştığı tendonlar, kan damarları (atardamar, toplardamar), sinirler, ciltte olan zedelenmelere, inflamasyonlara (romatolojik, enfesiyonlara veya diğer nedenlere) bağlı veya nadiren de olsa tümör kaynaklı olabilir. Ayrıca bel bölgesi rahatsızlıklarında ağrı bacağa yansıyabilir. Bazen bacağa gelen atardamarlarda kronik ve ani gelişen tıkanıklıklar bacak ağrılarına neden olabilir.
“Koroner kalp hastalığı olanların bacak damarlarında da ateroskleroza bağlı darlıklar olabilir.”
Bacakta; kalpten kanı getiren atardamarların daralma ya da tıkanması nedeniyle, genellikle hareketle artan, dinlenmekle azalan, ancak ileri dönemlerdeki daralma ve tıkanmalarda (ani gelişen embolik tıkanmalarda da olabilir) veya yara gelişmesi durumunda ciddi ağrı kesicilerle geçebilen, bacağın yetersiz kanlanması nedeniyle olan ağrı gelişir.
Bacakta kullanılan kanı kalbe geri götüren toplardamarlardaki sorunlara bağlı olan ağrılar ise; Derin Ven Trombozu (DVT) ve Tromboflebit (yüzeyel damarların iltihabı) halinde veya bacakta kanın göllenmesi nedeniyle olan ağrılar (basit varis veya iç varise bağlı) şeklindedir.
Ortopedik, Romatolojik, diğer sistemik hastalıklar veya bel ağrılarına bağlı ağrılar için birçok tetkik yapılması gerekebilir, tanının konulması masraflı ve zaman alabilir. Buna rağmen bacakta ister atardamar ister toplardamarlara bağlı olsun vasküler kökenli ağrıların tanısını koyabilmek Duplex Ultrason inceleme ile nispeten daha kolaydır.
Bacak damarlarına bağlı olan ağrıların ciddi sonuçları olabileceği için bacak ağrılarının damar kaynaklı olup olmadığına karar verebilmek büyük önem taşır.
Muayene sırasında yapılan Duplex Ultrason(damar ultrasonu) inceleme ile tek seansta ağrılarınızın damarlara bağlı olup olmadığına karar verilebilir.
Her 10 kişiden 9'unda olan hastalık!
Hospitadent Diş Hastanesi Yönetim Kurulu Başkanı Diş Hekimi Ahmet Selvi, Toplum Ağız ve Diş Sağlığı Haftasına yönelik önemli açıklamalarda bulundu.
Ülkemizde diş ve diş eti hastalıklarının en önemli sağlık problemleri arasında yer aldığını belirten ve her 10 kişiden 9'unda diş eti hastalığı olduğunu söyleyen Hospitadent Diş Hastanesi Yönetim Kurulu Başkanı Diş Hekimi Ahmet Selvi; ihmal edilip, tedavi edilmeyen diş ve diş eti hastalıklarının ileride yol açtığı maddi ve manevi problemlerini önlemek için düzenli olarak ağız ve diş temizliğinin, 6 ayda bir de mutlaka diş hekimi kontrolünün yapılması gerektiğinin altını çizdi.
Zamanla geçer diye düşünüp önemsenmeyen ve tedavi edilmeyen diş ve diş eti hastalıklarının ya da küçük bir çürüğün fokal enfeksiyon risklerine, kalp-damar hastalıklarına, mide hastalıklarına, karaciğer ve böbrek sorunlarına, hatta kansere bile neden olabileceğinin altını çizen Hospitadent Diş Hastanesi Yönetim Kurulu Başkanı Diş Hekimi Ahmet Selvi, "Erken teşhis tüm hastalıklarda olduğu gibi ağız ve diş sağlığında da oldukça önemlidir. Araştırmalar gösteriyor ki, yurt dışında 1 yıl içinde 5 kez diş hekimine gidiliyorken, ülkemizde 2 yılda bir diş hekimine gidiliyor. Bu durum genellikle muayene amaçlı değil, son ana gelinceye kadar beklendiğinden ve artık diş hekimine gitmeye mecbur kalındığından oluyor. Oysa ki ağız ve diş bakımının düzenli olarak yapılması ve 6 ayda bir diş hekimi muayenesi ile koruyucu ve önleyici tedavilerin yapılmasıyla problemler anında çözülebilir ve ileride oluşabilecek sistematik rahatsızlıkların da önüne geçilebilir" dedi.
Ağız ve diş hastalıklarının kişide yarattığı psikolojik ve sosyolojik etkilere de değinen Diş Hekimi Ahmet Selvi, "Çeşitli nedenlere bağlı olarak diş kayıpları meydana gelen bireyler, sosyal hayata uyum sağlamada çoğu zaman problem yaşamaktadırlar. Yapılan araştırmalar, kişi hangi yaşta olursa olsun estetik görünümün kişinin özgüvenine yansıdığını, dişsizlik problemi yaşayan bireylerin kendilerini daha ileriki yaşlarda hissettiklerini, konuşurken tam söylenemeyen sözcükler için anlaşılamama problemi yaşandığını ortaya koymuştur." diye konuştu.
İhmal edilen ve önemsenmeyen yetersiz ağız ve diş sağlığı bakımının yol açtığı maddi olumsuzluklara da değinen Diş Hekimi Selvi, "Son ana gelinceye kadar beklendiği için çekilecek bir diş, bize daha sonrası için maddi olarak da daha büyük zarar getirecektir. Zamanında yapılmayıp, ihmal edilen tedavilerin ekonomik boyutunu göz önüne aldığımızda, dolgu yapılmayan her çürük, diş kanal tedavisi gerektirecektir. Bu durum, dolgu maliyetinin 4 katı olacaktır. Yine ihmal edilirse, o dişin çekilmesi gerekecektir ve yerine diş koymak (kaplama yapmak) dolgu maliyetinin 10 katı bir maliyet olarak karşımıza çıkacaktır. Eğer implant yapılırsa, dolgu maliyetinin 23 katı bedel ödemek gerekmektedir. Görüldüğü gibi ihmal edilen ve önemsenmeyen her bir çürük, zamanla geçmeyip maddi ve manevi açıdan katlanarak bize zarar vermektedir." dedi
Ülkemizde diş ve diş eti hastalıklarının en önemli sağlık problemleri arasında yer aldığını belirten ve her 10 kişiden 9'unda diş eti hastalığı olduğunu söyleyen Hospitadent Diş Hastanesi Yönetim Kurulu Başkanı Diş Hekimi Ahmet Selvi; ihmal edilip, tedavi edilmeyen diş ve diş eti hastalıklarının ileride yol açtığı maddi ve manevi problemlerini önlemek için düzenli olarak ağız ve diş temizliğinin, 6 ayda bir de mutlaka diş hekimi kontrolünün yapılması gerektiğinin altını çizdi.
Zamanla geçer diye düşünüp önemsenmeyen ve tedavi edilmeyen diş ve diş eti hastalıklarının ya da küçük bir çürüğün fokal enfeksiyon risklerine, kalp-damar hastalıklarına, mide hastalıklarına, karaciğer ve böbrek sorunlarına, hatta kansere bile neden olabileceğinin altını çizen Hospitadent Diş Hastanesi Yönetim Kurulu Başkanı Diş Hekimi Ahmet Selvi, "Erken teşhis tüm hastalıklarda olduğu gibi ağız ve diş sağlığında da oldukça önemlidir. Araştırmalar gösteriyor ki, yurt dışında 1 yıl içinde 5 kez diş hekimine gidiliyorken, ülkemizde 2 yılda bir diş hekimine gidiliyor. Bu durum genellikle muayene amaçlı değil, son ana gelinceye kadar beklendiğinden ve artık diş hekimine gitmeye mecbur kalındığından oluyor. Oysa ki ağız ve diş bakımının düzenli olarak yapılması ve 6 ayda bir diş hekimi muayenesi ile koruyucu ve önleyici tedavilerin yapılmasıyla problemler anında çözülebilir ve ileride oluşabilecek sistematik rahatsızlıkların da önüne geçilebilir" dedi.
Ağız ve diş hastalıklarının kişide yarattığı psikolojik ve sosyolojik etkilere de değinen Diş Hekimi Ahmet Selvi, "Çeşitli nedenlere bağlı olarak diş kayıpları meydana gelen bireyler, sosyal hayata uyum sağlamada çoğu zaman problem yaşamaktadırlar. Yapılan araştırmalar, kişi hangi yaşta olursa olsun estetik görünümün kişinin özgüvenine yansıdığını, dişsizlik problemi yaşayan bireylerin kendilerini daha ileriki yaşlarda hissettiklerini, konuşurken tam söylenemeyen sözcükler için anlaşılamama problemi yaşandığını ortaya koymuştur." diye konuştu.
İhmal edilen ve önemsenmeyen yetersiz ağız ve diş sağlığı bakımının yol açtığı maddi olumsuzluklara da değinen Diş Hekimi Selvi, "Son ana gelinceye kadar beklendiği için çekilecek bir diş, bize daha sonrası için maddi olarak da daha büyük zarar getirecektir. Zamanında yapılmayıp, ihmal edilen tedavilerin ekonomik boyutunu göz önüne aldığımızda, dolgu yapılmayan her çürük, diş kanal tedavisi gerektirecektir. Bu durum, dolgu maliyetinin 4 katı olacaktır. Yine ihmal edilirse, o dişin çekilmesi gerekecektir ve yerine diş koymak (kaplama yapmak) dolgu maliyetinin 10 katı bir maliyet olarak karşımıza çıkacaktır. Eğer implant yapılırsa, dolgu maliyetinin 23 katı bedel ödemek gerekmektedir. Görüldüğü gibi ihmal edilen ve önemsenmeyen her bir çürük, zamanla geçmeyip maddi ve manevi açıdan katlanarak bize zarar vermektedir." dedi
12 Mart 2016 Cumartesi
Bahar yorgunluğuna yenilmeyin
Bahar ayları geldi, bu mevsim kimileri için enerji kaynağı olsa da kimileri için yorgunluk sebebi. Kendinizi sürekli yorgun, halsiz hissediyor ve uykulu halinizden bir türlü kurtulamıyorsanız, beslenmenizde ve yaşam tarzınızda yapacağınız ufak değişikliklerle enerji kazanabilirsiniz.
Liv HOSPITAL Beslenme ve Diyet Uzmanı Sanem Apa Bahar yorgunluğuyla başa çıkmanın 10 pratik yolunu anlattı.
Havaların ısınmasıyla birlikte birçok kişi eklem ağrılarından, halsizlikten, sürekli uyku isteğinden bahsediyor ve bu da bahar yorgunluğu olarak adlandırılıyor. Bahar aylarında genelde sıkça karşılaşılan bir durum olan yorgunluğun nedeni insan metabolizmasında gerçekleşen bazı değişikliklerden kaynaklanabilir. Bahar mevsiminde havadaki elektrik yükü artar. Bu yük havada bulunan pozitif ve negatif yüklü iyonlar aracılığıyla taşınır ve mevsim değişikliklerinde taşınma sırasında birtakım değişiklikler ortaya çıkabilir. Bu durumda beraberinde ruhsal sıkıntılarla birlikte yorgunluğa neden olabilir.
Hayat tarzınızda ufak değişiklikler yapın
• Akşam yatmadan önce ve sabah kalkınca odanızı mutlaka havalandırın. Oksijen sizi daha enerjik kılabilir.
• Akşamları yatmadan önce sizi rahatlatacak bir kitap okuyabilirsiniz.
• Düzenli uyku saatleri belirlemeli ve bu saatlere göre sadık kalmalısınız. Yeterli uyku gün boyunca enerjik kalmanıza yardım edecektir. Günde 7- 8 saat uyumaya çalışmalısınız.
• Haftada en az 3 gün yapacağınız tempolu yürüyüşler ve aktif yaşam tarzını benimsemekte yine yorgunluğa karşı sizi koruyacaktır. Bu yürüyüşleri açık havada yapmanızı tavsiye edebiliriz.
• Bazı gevşeme egzersizlerini öğrenmekte yine rahatlatıcı etki gösterecektir.
• Sabahları ılık bir duş almak sizi dinçleştirebilir.
Beslenmenize dikkat edin
• Günde 2,5- 3 litre su tüketmelisiniz.
• Bahar yorgunluğundan korunmak için bağışıklık sisteminizi güçlendirecek besinlere beslenmenizde özellikle yer vermelisiniz. Bağışıklık sisteminizi güçlendirebilecek besinlerin başında prebiyotik yoğurtları sayabiliriz.
Bahar yorgunluğuyla başa çıkmanın 10 etkin yolu
1) Sebze ve meyve tüketiminizi artırın. Sebze ve meyveler C vitamini açısından zengin besinlerdir. Mandalina, kivi, kuşburnu, karpuz, ve portakal gibi meyvelerle, ıspanak, pazı, sivribiber, brokoli, Brüksel lahanası gibi yeşil yapraklı sebzelerin tüketimini artırın.
2) Geceleri yağlı ve çok miktarda yemek yememeye özen gösterin.
3) Kafeinli içecekleri azaltın. Kahve, çay, soğuk içecekler, kakao ve benzerleri gibi kafeinli içecekler yerine bitkisel çayları rahatlatıcı etkilerinden de yararlanmak için tercih edebilirsiniz.
4) Sigara tüketiyorsanız C vitamini alımınızı içmeyen birine göre 2 kat daha fazla olacak şekilde ayarlamalısınız. Alkol rahatlatır, düşüncesiyle alkol tüketmeyin. Alkol tüketiminizi mümkün olduğunca sınırlandırın.
Meyveleri ihmal etmeyin
5) Beyin performansı için en önemli öğün olan kahvaltıyı kesinlikle atlamayın. Az az, sık sık yemek yemeği tercih etmeliyiz.
6) Beyaz rafine edilmiş besinler yerine tam buğday, çavdar, kepek gibi rafine edilmemiş tahılları tercih edebilirsiniz.
7) Antioksidan vitamin ve mineraller, vücuttan metabolizma sonucu oluşan zararlı maddelerin atılmasına yardımcı olur. Antioksidan vitaminler A, C, E vitaminleri, antioksidan mineraller ise selenyum ve çinkodur.
8) Günde 3 porsiyon meyve tüketmeyi hedefleyin. Kabuğu ile yenilebilen meyveleri kabukları ile tüketin.
9) Yeşil salata ve havuç sofralarınızın vazgeçilmezi olsun. Yaban mersini antioksidan kapasitesi nedeniyle çok iyi bir ara öğün alternatifi olabilir.
10) Prebiyotik yoğurtlar tüketmek sindirim sisteminizi ve dolayısıyla bağışıklık sisteminizi destekler. Ananaslı yoğurt vücutta oluşan ödemi atmadan lezzetli bir alternative olarak denenebilir.
Liv HOSPITAL Beslenme ve Diyet Uzmanı Sanem Apa Bahar yorgunluğuyla başa çıkmanın 10 pratik yolunu anlattı.
Havaların ısınmasıyla birlikte birçok kişi eklem ağrılarından, halsizlikten, sürekli uyku isteğinden bahsediyor ve bu da bahar yorgunluğu olarak adlandırılıyor. Bahar aylarında genelde sıkça karşılaşılan bir durum olan yorgunluğun nedeni insan metabolizmasında gerçekleşen bazı değişikliklerden kaynaklanabilir. Bahar mevsiminde havadaki elektrik yükü artar. Bu yük havada bulunan pozitif ve negatif yüklü iyonlar aracılığıyla taşınır ve mevsim değişikliklerinde taşınma sırasında birtakım değişiklikler ortaya çıkabilir. Bu durumda beraberinde ruhsal sıkıntılarla birlikte yorgunluğa neden olabilir.
Hayat tarzınızda ufak değişiklikler yapın
• Akşam yatmadan önce ve sabah kalkınca odanızı mutlaka havalandırın. Oksijen sizi daha enerjik kılabilir.
• Akşamları yatmadan önce sizi rahatlatacak bir kitap okuyabilirsiniz.
• Düzenli uyku saatleri belirlemeli ve bu saatlere göre sadık kalmalısınız. Yeterli uyku gün boyunca enerjik kalmanıza yardım edecektir. Günde 7- 8 saat uyumaya çalışmalısınız.
• Haftada en az 3 gün yapacağınız tempolu yürüyüşler ve aktif yaşam tarzını benimsemekte yine yorgunluğa karşı sizi koruyacaktır. Bu yürüyüşleri açık havada yapmanızı tavsiye edebiliriz.
• Bazı gevşeme egzersizlerini öğrenmekte yine rahatlatıcı etki gösterecektir.
• Sabahları ılık bir duş almak sizi dinçleştirebilir.
Beslenmenize dikkat edin
• Günde 2,5- 3 litre su tüketmelisiniz.
• Bahar yorgunluğundan korunmak için bağışıklık sisteminizi güçlendirecek besinlere beslenmenizde özellikle yer vermelisiniz. Bağışıklık sisteminizi güçlendirebilecek besinlerin başında prebiyotik yoğurtları sayabiliriz.
Bahar yorgunluğuyla başa çıkmanın 10 etkin yolu
1) Sebze ve meyve tüketiminizi artırın. Sebze ve meyveler C vitamini açısından zengin besinlerdir. Mandalina, kivi, kuşburnu, karpuz, ve portakal gibi meyvelerle, ıspanak, pazı, sivribiber, brokoli, Brüksel lahanası gibi yeşil yapraklı sebzelerin tüketimini artırın.
2) Geceleri yağlı ve çok miktarda yemek yememeye özen gösterin.
3) Kafeinli içecekleri azaltın. Kahve, çay, soğuk içecekler, kakao ve benzerleri gibi kafeinli içecekler yerine bitkisel çayları rahatlatıcı etkilerinden de yararlanmak için tercih edebilirsiniz.
4) Sigara tüketiyorsanız C vitamini alımınızı içmeyen birine göre 2 kat daha fazla olacak şekilde ayarlamalısınız. Alkol rahatlatır, düşüncesiyle alkol tüketmeyin. Alkol tüketiminizi mümkün olduğunca sınırlandırın.
Meyveleri ihmal etmeyin
5) Beyin performansı için en önemli öğün olan kahvaltıyı kesinlikle atlamayın. Az az, sık sık yemek yemeği tercih etmeliyiz.
6) Beyaz rafine edilmiş besinler yerine tam buğday, çavdar, kepek gibi rafine edilmemiş tahılları tercih edebilirsiniz.
7) Antioksidan vitamin ve mineraller, vücuttan metabolizma sonucu oluşan zararlı maddelerin atılmasına yardımcı olur. Antioksidan vitaminler A, C, E vitaminleri, antioksidan mineraller ise selenyum ve çinkodur.
8) Günde 3 porsiyon meyve tüketmeyi hedefleyin. Kabuğu ile yenilebilen meyveleri kabukları ile tüketin.
9) Yeşil salata ve havuç sofralarınızın vazgeçilmezi olsun. Yaban mersini antioksidan kapasitesi nedeniyle çok iyi bir ara öğün alternatifi olabilir.
10) Prebiyotik yoğurtlar tüketmek sindirim sisteminizi ve dolayısıyla bağışıklık sisteminizi destekler. Ananaslı yoğurt vücutta oluşan ödemi atmadan lezzetli bir alternative olarak denenebilir.
Artık Sivilce İzleri Kâbusunuz Olmasın
Ergenlik dönemi deri hastalığı olarak bilinse de hemen her yaşta kâbus gibi yüzümüzde beliren sivilcelerin iz bırakıp bırakmayacağı korkusu artık içinizi kemirmesin. Pek çok kişide ciddi psikolojik sorunlara yok açan, sosyal hayata ket vuran sivilce izlerinden doğru yöntemlerle kurtulmak mümkün.
Son yıllarda cilt hastalıkları hekimlerine ergenlik sonrası başlayan akne nedeniyle başvuran hasta sayısı giderek arttığını söyleyen Medical Park Bahçelievler Hastanesi Dermatoloji Uzmanı Dr. Gökhan Okan'ın verdiği bilgilere göre, akne yani halk arasında bilinen adıyla sivilce; ergenlik çağının doğal bir sorunu gibi düşünülse de aslında ergenlik sonrasında da karşımıza çıkabilir. Ergenlik akneleri, bazen ileri yaşlara kadar devam ederken, 20'li yaşların ortasında ani başlayan akne şikâyetleriyle de karşılaşılabiliyor. Dermatologlar bu tip akneleri 'geç başlangıçlı akne' olarak kabul etmektedir.
Sosyal Hayata Darbe Vuruyor
Sivilce sonrası kalan izler, kişinin cilt yapısı, genetik yatkınlığı ve sivilcenin şiddeti ile doğrudan ilişkilidir. Cildinde ciddi sivilceleri olan kişilerin iz sorunu yaşama riskleri yüksektir. Sivilceler, sadece fiziksel değil psikolojik olarak da ciddi sorunlar yaratabiliyor. Kişi, yüzündeki izler nedeniyle dışarı çıkmayı ve sosyal ortama karışmayı reddediyor. Fakat yoğun sivilceli bir cilde sahip kişide hiçbir sivilce izi kalmayabileceği gibi, az sivilceli olup da yoğun izleri olan kişilerde bulunmaktadır.
İzleri Peelingle Hafifletin
Lekeler hafifse harici uygulanan ilaçlarla tedavi edilir. Etkilerini geç gösterirler. Daha derin olan lekelerde kimyasal peeling işlemi yapılır. Peeling işlemi, cilt yüzeyine kimyasal madde sürülerek cilt yüzeyinin uzaklaştırılmasıdır. Sivilcenin ciltte yarattığı sorunun, izin, lekenin şiddetine göre peeling işlemi değişmektedir. Sivilce izlerinin maküler tarzda lekeli şekilde olanlarında en çok glikolik asitli peeling işlemi tercih edilir. Kişinin cilt yapısı ve cildin kalınlığına göre kullanılacak asidin konsantrasyonu belirlenir.
Kişinin peeling sonrası cildini nemlendirmesi ve güneşten koruması çok önemlidir. 21 gün arayla 4-6 seans arasında peeling işlemi yapılır. Peeling sonrası ciltte hafif soyulma, kepeklenme, kabuklanma gibi bulgular görülebilir. Kişilerin asla kabukları koparmamaları gerektiği uyarısı yapılmalıdır.
Peeling sonrası sivilce lekelerinde hafiflemenin yanında, siyah noktalarda azalma, cilde parlak görünüm kazandırma, ince oluşan çizgileri hafifletme gibi faydaları da vardır. Yaz mevsimi peeling için uygun bir zaman değildir.
Derin İzlere Dermoller Çözümü
Skar şeklinde izlerde deri bütünlüğü bozulmuştur. Atrofik ve hipertrofik olmak üzere iki farklı şekilde skar bulunmaktadır. Atrofik tipte olan izler deri yüzeyinden daha çökük, çukur şeklinde olan izlerdir. Çukurluk geniş alanda olabileceği gibi, kalem ucu gibi küçük bir alanda da bulunabilir. Derinleşmemiş hafif, yüzeyel olan çukur şeklindeki izlere kimyasal peeling etkili olmakla birlikte, derin ve geniş yüzeyli izlerde dermaroller, lazer, dolgu maddesi uygulaması, dermabrazyon işlemi gibi farklı işlemler yapılmaktadır. Bu işlemler tek başlarına yapılabilecekleri gibi bazı durumlarda kombinasyon şeklinde de yapılabilmektedirler.
Hipertrofik şekilli izler deri yüzeyinden kabarık görüntüye sahiptirler. Kırmızı, kabarık şekilde ciltte görünmeye neden olmalarının yanında bazen kaşıntıya da neden olabilirler. Bu tip izlerin tedavisinde kabarıklık içine kortizon enjeksiyonu faydalı olmaktadır. 4-5 hafta aralıklarla dört beş seans tedavi gerekmektedir.
Mikroiğnelerle 6 Seansta İzlere Veda
Dermaroller tedavisi, atrofik tarzda yani çukurlaşmış izlerde etkili olan ve sık tercih edilen bir tedavi yöntemdir. Üzerinde çok sayıda mikro iğnecik olan tekerlek ya da dikdörtgen şeklindeki mini tedavi cihazları yüz üzerinde hareket ettirilir. Bu küçük iğnelerin boyları 0.5 mm ile 2.0 mm arasında değişkenlik göstermektedir. İğnelerin uzunluğu arttıkça etki ettikleri derinlik de artar. Bu iğneler yardımıyla deride yara oluşturulması hedeflenir. Bu iğneler ile deride açılan mikro kanallar sayesinde derinin kan dolaşımı artar, beraberinde kullanılan tedavi edici ürünlerin emilimi artar ve deride yapmış olduğu hasar ile yara iyileşme sürecini başlatarak yeni bağ doku sentezinin oluşmasını sağlar.
Açılan mikro kanallar 15-20 dakika içinde kapanır. İşlemde kullanılacak iğnenin boyu hasarın derecesi ve kişinin cilt yapısına göre ayarlanır. İşlem öncesi hastanın cildine ağrı kesici özelliği olan krem sürülür ve cildin uyuşması sağlanır, arkasından dermarolller işlemi yapılır. İşlem sonrası sadece bir iki gün süren kızarıklık olur arkasından cilt normal haline döner. Seans aralıkları genelde birer ay olmakla birlikte 4-6 seans arasında uygulama yapılır.
Sivilcelerinizi Sıkmayın
Sivilce izleri tedavisi uzun ve emek gerektiren bir süreçtir. Tedaviye başlamadan önce hekimler hastaları bilgilendirip arkasından tedavi başlanmalıdır. Tedavide tercih edilecek yöntem bireye özgüdür. İz tedavisinde önemli olan izin oluşumuna neden olan sebebi tedavi etmektir. Sivilceli kişiler düzenli sivilce takiplerini yaptırmalı, sivilcelerini tedavisiz bırakmamalıdır. Asla sivilceler sıkılmamalıdır. Tedavi sonrasında izin derinliğine göre bazen sorun daha hafif şiddet de devam edebilmektedir. Kamuflaj özelliği gösteren kozmetik ürünler bu konuda yardımcı olmaktadır.
Sağlıklı Bir Cİlt İçin Kısa Kısa...
Akneleri sıkmayın: Kesinlikle aknelerinizi sıkmayın! Aknelerin sıkılması, o bölgelerde leke ve iz kalmasına neden olacaktır.
Makyajla uyumayın: Mümkün olduğunca az makyaj yapın, gece yatmadan önce mutlaka temizleyin.
Hormonlarınıza baktırın: Akne şikâyetlerine ilaveten adette düzensizlik ve tüylenme artışı yakınmanız varsa, hormonal kökenli akneleriniz olabileceğini unutmayın.
Tonik kullanın: Cildinizi akneli ciltler için uygun olan temizleyicilerle günde iki defa temizleyin. Cildi çok yağlı olanlar, temizlemenin ardından, yağlanma baskılayıcı özelliği olan toniklerle tedaviyi devam ettirmeli.
Yediklerinize dikkat edin: Beslenmenize dikkat edin! Gıdalar aknenin tek nedeni olmasa da akneyi alevlendirici sebep olabilmektedir. Akneli hastalar yüksek glisemik indeksli gıdalardan uzak durup, düşük glisemik indeksli gıdaları tercih etmeli.
Doğru yağı kullanın: Omega 3, omega 6 tüketimini arttırın. Balık, yeşil yapraklı sebzeler, soya yağı, deniz ürünleri bu açıdan yoğun gıdalardır.
Yağlı sütten uzak durun: Akne üzerinde diğer etkili olan gıda çeşidi yağlı süt ürünleridir. Yağlı süt ürünleri hormon içeriklerinden dolayı akneleri alevlendirebilir. Süt ürünlerinin yarım yağlı olanlarını tüketmeye özen gösterin.
Şüpheli gıdaları kesin: Şüpheli gıdalarla aknelerinde artma tarif eden hastalar o gıdalardan uzak durmalı.
Son yıllarda cilt hastalıkları hekimlerine ergenlik sonrası başlayan akne nedeniyle başvuran hasta sayısı giderek arttığını söyleyen Medical Park Bahçelievler Hastanesi Dermatoloji Uzmanı Dr. Gökhan Okan'ın verdiği bilgilere göre, akne yani halk arasında bilinen adıyla sivilce; ergenlik çağının doğal bir sorunu gibi düşünülse de aslında ergenlik sonrasında da karşımıza çıkabilir. Ergenlik akneleri, bazen ileri yaşlara kadar devam ederken, 20'li yaşların ortasında ani başlayan akne şikâyetleriyle de karşılaşılabiliyor. Dermatologlar bu tip akneleri 'geç başlangıçlı akne' olarak kabul etmektedir.
Sosyal Hayata Darbe Vuruyor
Sivilce sonrası kalan izler, kişinin cilt yapısı, genetik yatkınlığı ve sivilcenin şiddeti ile doğrudan ilişkilidir. Cildinde ciddi sivilceleri olan kişilerin iz sorunu yaşama riskleri yüksektir. Sivilceler, sadece fiziksel değil psikolojik olarak da ciddi sorunlar yaratabiliyor. Kişi, yüzündeki izler nedeniyle dışarı çıkmayı ve sosyal ortama karışmayı reddediyor. Fakat yoğun sivilceli bir cilde sahip kişide hiçbir sivilce izi kalmayabileceği gibi, az sivilceli olup da yoğun izleri olan kişilerde bulunmaktadır.
İzleri Peelingle Hafifletin
Lekeler hafifse harici uygulanan ilaçlarla tedavi edilir. Etkilerini geç gösterirler. Daha derin olan lekelerde kimyasal peeling işlemi yapılır. Peeling işlemi, cilt yüzeyine kimyasal madde sürülerek cilt yüzeyinin uzaklaştırılmasıdır. Sivilcenin ciltte yarattığı sorunun, izin, lekenin şiddetine göre peeling işlemi değişmektedir. Sivilce izlerinin maküler tarzda lekeli şekilde olanlarında en çok glikolik asitli peeling işlemi tercih edilir. Kişinin cilt yapısı ve cildin kalınlığına göre kullanılacak asidin konsantrasyonu belirlenir.
Kişinin peeling sonrası cildini nemlendirmesi ve güneşten koruması çok önemlidir. 21 gün arayla 4-6 seans arasında peeling işlemi yapılır. Peeling sonrası ciltte hafif soyulma, kepeklenme, kabuklanma gibi bulgular görülebilir. Kişilerin asla kabukları koparmamaları gerektiği uyarısı yapılmalıdır.
Peeling sonrası sivilce lekelerinde hafiflemenin yanında, siyah noktalarda azalma, cilde parlak görünüm kazandırma, ince oluşan çizgileri hafifletme gibi faydaları da vardır. Yaz mevsimi peeling için uygun bir zaman değildir.
Derin İzlere Dermoller Çözümü
Skar şeklinde izlerde deri bütünlüğü bozulmuştur. Atrofik ve hipertrofik olmak üzere iki farklı şekilde skar bulunmaktadır. Atrofik tipte olan izler deri yüzeyinden daha çökük, çukur şeklinde olan izlerdir. Çukurluk geniş alanda olabileceği gibi, kalem ucu gibi küçük bir alanda da bulunabilir. Derinleşmemiş hafif, yüzeyel olan çukur şeklindeki izlere kimyasal peeling etkili olmakla birlikte, derin ve geniş yüzeyli izlerde dermaroller, lazer, dolgu maddesi uygulaması, dermabrazyon işlemi gibi farklı işlemler yapılmaktadır. Bu işlemler tek başlarına yapılabilecekleri gibi bazı durumlarda kombinasyon şeklinde de yapılabilmektedirler.
Hipertrofik şekilli izler deri yüzeyinden kabarık görüntüye sahiptirler. Kırmızı, kabarık şekilde ciltte görünmeye neden olmalarının yanında bazen kaşıntıya da neden olabilirler. Bu tip izlerin tedavisinde kabarıklık içine kortizon enjeksiyonu faydalı olmaktadır. 4-5 hafta aralıklarla dört beş seans tedavi gerekmektedir.
Mikroiğnelerle 6 Seansta İzlere Veda
Dermaroller tedavisi, atrofik tarzda yani çukurlaşmış izlerde etkili olan ve sık tercih edilen bir tedavi yöntemdir. Üzerinde çok sayıda mikro iğnecik olan tekerlek ya da dikdörtgen şeklindeki mini tedavi cihazları yüz üzerinde hareket ettirilir. Bu küçük iğnelerin boyları 0.5 mm ile 2.0 mm arasında değişkenlik göstermektedir. İğnelerin uzunluğu arttıkça etki ettikleri derinlik de artar. Bu iğneler yardımıyla deride yara oluşturulması hedeflenir. Bu iğneler ile deride açılan mikro kanallar sayesinde derinin kan dolaşımı artar, beraberinde kullanılan tedavi edici ürünlerin emilimi artar ve deride yapmış olduğu hasar ile yara iyileşme sürecini başlatarak yeni bağ doku sentezinin oluşmasını sağlar.
Açılan mikro kanallar 15-20 dakika içinde kapanır. İşlemde kullanılacak iğnenin boyu hasarın derecesi ve kişinin cilt yapısına göre ayarlanır. İşlem öncesi hastanın cildine ağrı kesici özelliği olan krem sürülür ve cildin uyuşması sağlanır, arkasından dermarolller işlemi yapılır. İşlem sonrası sadece bir iki gün süren kızarıklık olur arkasından cilt normal haline döner. Seans aralıkları genelde birer ay olmakla birlikte 4-6 seans arasında uygulama yapılır.
Sivilcelerinizi Sıkmayın
Sivilce izleri tedavisi uzun ve emek gerektiren bir süreçtir. Tedaviye başlamadan önce hekimler hastaları bilgilendirip arkasından tedavi başlanmalıdır. Tedavide tercih edilecek yöntem bireye özgüdür. İz tedavisinde önemli olan izin oluşumuna neden olan sebebi tedavi etmektir. Sivilceli kişiler düzenli sivilce takiplerini yaptırmalı, sivilcelerini tedavisiz bırakmamalıdır. Asla sivilceler sıkılmamalıdır. Tedavi sonrasında izin derinliğine göre bazen sorun daha hafif şiddet de devam edebilmektedir. Kamuflaj özelliği gösteren kozmetik ürünler bu konuda yardımcı olmaktadır.
Sağlıklı Bir Cİlt İçin Kısa Kısa...
Akneleri sıkmayın: Kesinlikle aknelerinizi sıkmayın! Aknelerin sıkılması, o bölgelerde leke ve iz kalmasına neden olacaktır.
Makyajla uyumayın: Mümkün olduğunca az makyaj yapın, gece yatmadan önce mutlaka temizleyin.
Hormonlarınıza baktırın: Akne şikâyetlerine ilaveten adette düzensizlik ve tüylenme artışı yakınmanız varsa, hormonal kökenli akneleriniz olabileceğini unutmayın.
Tonik kullanın: Cildinizi akneli ciltler için uygun olan temizleyicilerle günde iki defa temizleyin. Cildi çok yağlı olanlar, temizlemenin ardından, yağlanma baskılayıcı özelliği olan toniklerle tedaviyi devam ettirmeli.
Yediklerinize dikkat edin: Beslenmenize dikkat edin! Gıdalar aknenin tek nedeni olmasa da akneyi alevlendirici sebep olabilmektedir. Akneli hastalar yüksek glisemik indeksli gıdalardan uzak durup, düşük glisemik indeksli gıdaları tercih etmeli.
Doğru yağı kullanın: Omega 3, omega 6 tüketimini arttırın. Balık, yeşil yapraklı sebzeler, soya yağı, deniz ürünleri bu açıdan yoğun gıdalardır.
Yağlı sütten uzak durun: Akne üzerinde diğer etkili olan gıda çeşidi yağlı süt ürünleridir. Yağlı süt ürünleri hormon içeriklerinden dolayı akneleri alevlendirebilir. Süt ürünlerinin yarım yağlı olanlarını tüketmeye özen gösterin.
Şüpheli gıdaları kesin: Şüpheli gıdalarla aknelerinde artma tarif eden hastalar o gıdalardan uzak durmalı.
Az koku alma Parkinson habercisi
Parkinson hastalığının, titreme, küçük adımlı yürüme ve hareketlerde yavaşlamanın yanında koku duyusunda da azalmayla başladığı belirtildi.
Viva Beyin ve Kalp Sağlığı Merkezi doktorlarından Prof. Dr. Dilek İnce Günal, parkinsonun titreme ve yavaşlık ile başlamadığını, koku duyusunda azalmanın da ilk belirtiler arasında olduğunu söyledi.
Prof.Dr. Dilek İnce Günal, braak sınıflamasına göre hastalığın birinci evresinde koku hücrelerinin beyindeki merkezi etkilediğini belirterek şöyle konuştu: "Bu dönemde hastaların koku almama veya kokuları ayırt etmekte zorluk yaşadığını biliyoruz. Takip eden yıllarda bu sürece uyku bozuklukları, kabızlık gibi yakınmalar eklenir." Koku hissimizde azalmaya neden olan farklı hastalıklar olduğunu ifade eden Prof.Dr. Günal, şunları söyledi: "Bunlar kronik sinüzit, sigara kullanımı ve geçirilen burun ameliyatlarıdır. Ancak, altta yatan hiçbir neden olmadan iki taraflı azalan koku duyusu nörolojik hastalıkları araştırmayı gerektirir. Bu dönemde yemek yakma ve yanık kokusunu alamama, yemekten tat almada azalma, ağır parfüm kullanma ve benzeri, kimi zaman fazla dikkat çekmeyen belirtiler olabilir. Bu şikayetler ile birlikte ailesinde parkinson hastalığı olan kişiler bir nöroloji uzmanına başvurmalıdır."
İLERLEME HIZI KONTROLE ALINABİLİR
Prof.Dr. Günal, koku duyumuz çok değişik nedenlere bağlı azalsa da eğer yıllar içinde ilerleyen tarzda iki taraflı koku almada zorlanıyorsak bunun önemli bir bulgu olduğunu söyledi.
Kabızlık ve uyku bozukluklarının koku duyusunda azalma gibi parkinsonun öncü belirtilerinden olabileceğini anlatan Günal, sözlerini şöyle sürdürdü: "Hastalık riski belirlenmese de hastalığın öncü bulguları çıktığında erken tanı koyma olasılığımız var. Beynin çalışmasını gösteren PET (positron emisyon tomografi) incelemeleri bu konuda üzerinde araştırmalar yapılan yöntemlerdir. Erken parkinson tanısı konulan hastalarda hastalığı ortadan kaldıran bir tedavi yöntemimiz yoktur. Ancak, erken hastalık yıllarında başlanan hücre koruyucu tedavi hastalığın ilerleme hızını kontrol edebilmektedir. Bu konuda farklı grup ilaçlarla devam eden çalışmalar vardır. Her hastalıkta olduğu gibi parkinson hastalığında da erken tanı, doğru tanı ve erken tedavi hayat kurtarıcıdır."
Viva Beyin ve Kalp Sağlığı Merkezi doktorlarından Prof. Dr. Dilek İnce Günal, parkinsonun titreme ve yavaşlık ile başlamadığını, koku duyusunda azalmanın da ilk belirtiler arasında olduğunu söyledi.
Prof.Dr. Dilek İnce Günal, braak sınıflamasına göre hastalığın birinci evresinde koku hücrelerinin beyindeki merkezi etkilediğini belirterek şöyle konuştu: "Bu dönemde hastaların koku almama veya kokuları ayırt etmekte zorluk yaşadığını biliyoruz. Takip eden yıllarda bu sürece uyku bozuklukları, kabızlık gibi yakınmalar eklenir." Koku hissimizde azalmaya neden olan farklı hastalıklar olduğunu ifade eden Prof.Dr. Günal, şunları söyledi: "Bunlar kronik sinüzit, sigara kullanımı ve geçirilen burun ameliyatlarıdır. Ancak, altta yatan hiçbir neden olmadan iki taraflı azalan koku duyusu nörolojik hastalıkları araştırmayı gerektirir. Bu dönemde yemek yakma ve yanık kokusunu alamama, yemekten tat almada azalma, ağır parfüm kullanma ve benzeri, kimi zaman fazla dikkat çekmeyen belirtiler olabilir. Bu şikayetler ile birlikte ailesinde parkinson hastalığı olan kişiler bir nöroloji uzmanına başvurmalıdır."
İLERLEME HIZI KONTROLE ALINABİLİR
Prof.Dr. Günal, koku duyumuz çok değişik nedenlere bağlı azalsa da eğer yıllar içinde ilerleyen tarzda iki taraflı koku almada zorlanıyorsak bunun önemli bir bulgu olduğunu söyledi.
Kabızlık ve uyku bozukluklarının koku duyusunda azalma gibi parkinsonun öncü belirtilerinden olabileceğini anlatan Günal, sözlerini şöyle sürdürdü: "Hastalık riski belirlenmese de hastalığın öncü bulguları çıktığında erken tanı koyma olasılığımız var. Beynin çalışmasını gösteren PET (positron emisyon tomografi) incelemeleri bu konuda üzerinde araştırmalar yapılan yöntemlerdir. Erken parkinson tanısı konulan hastalarda hastalığı ortadan kaldıran bir tedavi yöntemimiz yoktur. Ancak, erken hastalık yıllarında başlanan hücre koruyucu tedavi hastalığın ilerleme hızını kontrol edebilmektedir. Bu konuda farklı grup ilaçlarla devam eden çalışmalar vardır. Her hastalıkta olduğu gibi parkinson hastalığında da erken tanı, doğru tanı ve erken tedavi hayat kurtarıcıdır."
7 Mart 2016 Pazartesi
Hamilelik Varislerinden Nasıl Kurtulursunuz?
Bacaklarda ağrı, şişlik, uyuşukluk ve karıncalanma hissi gibi belirtilerle ortaya çıkan varisler özellikle kadınlarda sık görülüyor.Kadınların en hassas dönemi olan hamilelikte artış gösteren varisler, bu dönemde herhangi bir tedavi uygulanmasının sakıncalı olacağı kaygısıyla göz ardı ediliyor.
Memorial Ankara Hastanesi Kalp ve Damar Cerrahisi Bölümü'nden Doç. Dr. Barış Durukan, hamilelik döneminde varis ve tedavi yöntemleri hakkında bilgi verdi.
Çoğu hasta tarafından ihmal ediliyor
Varis yani toplardamar yetmezliği bacakları tutan ve toplumda her 4 kişiden 1'inde görülen bir sağlık sorunudur. Hayatı tehdit edici bir hastalık olmaması ve erken evrelerde ciddi kısıtlama yapmaması sebebiyle sıklıkla ihmal edilir. Kozmetik yakınmayı önemseyen hastalar haricinde, daha geç evrelerde ciddi deri değişiklikleri ve açık yara oluşumu doktora başvurma sebepleridir. Varis çorabı giyme korkusu, çorap tedavisine karşı uyumsuzluk hissi ve tedaviden fayda görülmeyeceği önyargısı da bu durumu tetiklemektedir.
Şikayetler hamilelik döneminde artıyor
Daha çok kadınlarda görülen varislerin neden olduğu şikayetler hamilelik döneminde artış göstermektedir. Ayrıca varislerin ilk defa hamilelik sırasında ortaya çıkması da yaygın olarak görülmektedir.Gebelik dönemi kadınlar için çok özel ve keyifli bir süreçtir. Bu süreçte rahim, vücut sıvıları ve hormonal sistemdeki değişiklikler toplardamar yetmezliği ve kılcal damarların gelişmesine ya da daha büyük varislerin oluşmasına kolaylık sağlamaktadır. Özellikle gebelik öncesi varis tanısı almış hastalarda daha belirgin şikayetler ortaya çıkmaktadır.
Bacaklardaki ağrının sebebi kilo artışı değil varis olabilir
Hamilelik döneminde bacaklardaki ağrı, genellikle vücut ağırlığının artmasına bağlı olarak ortaya çıkan kas-eklem ağrıları olarak yorumlanmaktadır. Yine bacaklarda oluşan şişlikler artmış vücut ağırlığına bağlanmaktadır. Gebeliğin ileri dönemlerinde kasıklarda oluşabilen büyük varisler de aynı şekilde normal olarak algılanmaktadır. Ancak vücut her ne kadar fizyolojik değişikliklere uğrasa da, bu şikayetler fizyolojik değildir. Varisin en sık bulguları olan şişlik ve ağrı, gebelikte artan vücut sıvıları ve rahim büyüdükçe karnın sağ tarafındaki ana toplardamara bası yapması sebebiyle toplardamar yetmezliğinin arttığına işaret eder. Gebelere genellikle sol tarafa yan yatılmasının önerilmesi basıyı azaltmak amaçlıdır. Ancak bu tür şikayetler olduğunda hamileler mutlaka bir kalp ve damar cerrahı tarafından değerlendirilmelidir. Muayene ve doppler ultrasongrafi ile toplardamar yetmezliğinin veya lenfatik ödemin olup olmadığı tespit edilmelidir.
Hamilelere özel varis çorapları şikayetleri azaltıyor
Karın bölgesi uygun olan varis çorabı, şikayetleri azalttığı gibi, hastalığın ilerlemesini engeller ve böylelikle görünür varis oluşumunu azaltır. Zorunlu sebepler hariç gebelerde ilaç kullanımından kaçınılmalıdır. Aynı şekilde bu dönemde varislere iğne ya da cerrahi müdahale önerilmemektedir. Uygun tedavi seçeneği emzirme dönemi sonrasında belirlenmelidir. Hamilelik döneminde varislerin neden olduğu şikayetleri azalmak için öneriler şu şekilde sıralanabilir:
Hamilelik döneminde varislerin neden olduğu şikayetleri azalmak için öneriler:
1. Uyku esnasında bacaklar kalp seviyesinden yüksekte kalmalıdır. Bu amaçla, yatağın ayak tarafı 2-3 santimetrelik takozlarla yükseltilebilir.
2. Her gün düzenli olarak yürüyüş, bisiklet sürme veya yüzme gibi egzersizler yapılmalıdır. Bu egzersizler baldır ve uyluk kaslarının çalışmasını sağladığı için toplardamar kan akımını kolaylaştırır ve şikayetlerin azalmasına katkı sağlar.
3. Günlük olarak bacaklar yatay pozisyonda vücut ısısından biraz daha ılık, yaklaşık 32 derecedeki suda tutulmalıdır.
4. Banyo sonrası bacaklara soğuk duş uygulanmalıdır.
5. Doktorun önerdiği varis çorapları mutlaka kullanılmalıdır.
6. Gebelik döneminde toplardamar hastalıklarının gelişime riskinin ve ilerlemesinin kolaylaştığı akıldan çıkarılmamalı, gerekli önlemlerin alınması için bir kalp ve damar uzmanına başvurulması gerektiği unutulmamalıdır.
Memorial Ankara Hastanesi Kalp ve Damar Cerrahisi Bölümü'nden Doç. Dr. Barış Durukan, hamilelik döneminde varis ve tedavi yöntemleri hakkında bilgi verdi.
Çoğu hasta tarafından ihmal ediliyor
Varis yani toplardamar yetmezliği bacakları tutan ve toplumda her 4 kişiden 1'inde görülen bir sağlık sorunudur. Hayatı tehdit edici bir hastalık olmaması ve erken evrelerde ciddi kısıtlama yapmaması sebebiyle sıklıkla ihmal edilir. Kozmetik yakınmayı önemseyen hastalar haricinde, daha geç evrelerde ciddi deri değişiklikleri ve açık yara oluşumu doktora başvurma sebepleridir. Varis çorabı giyme korkusu, çorap tedavisine karşı uyumsuzluk hissi ve tedaviden fayda görülmeyeceği önyargısı da bu durumu tetiklemektedir.
Şikayetler hamilelik döneminde artıyor
Daha çok kadınlarda görülen varislerin neden olduğu şikayetler hamilelik döneminde artış göstermektedir. Ayrıca varislerin ilk defa hamilelik sırasında ortaya çıkması da yaygın olarak görülmektedir.Gebelik dönemi kadınlar için çok özel ve keyifli bir süreçtir. Bu süreçte rahim, vücut sıvıları ve hormonal sistemdeki değişiklikler toplardamar yetmezliği ve kılcal damarların gelişmesine ya da daha büyük varislerin oluşmasına kolaylık sağlamaktadır. Özellikle gebelik öncesi varis tanısı almış hastalarda daha belirgin şikayetler ortaya çıkmaktadır.
Bacaklardaki ağrının sebebi kilo artışı değil varis olabilir
Hamilelik döneminde bacaklardaki ağrı, genellikle vücut ağırlığının artmasına bağlı olarak ortaya çıkan kas-eklem ağrıları olarak yorumlanmaktadır. Yine bacaklarda oluşan şişlikler artmış vücut ağırlığına bağlanmaktadır. Gebeliğin ileri dönemlerinde kasıklarda oluşabilen büyük varisler de aynı şekilde normal olarak algılanmaktadır. Ancak vücut her ne kadar fizyolojik değişikliklere uğrasa da, bu şikayetler fizyolojik değildir. Varisin en sık bulguları olan şişlik ve ağrı, gebelikte artan vücut sıvıları ve rahim büyüdükçe karnın sağ tarafındaki ana toplardamara bası yapması sebebiyle toplardamar yetmezliğinin arttığına işaret eder. Gebelere genellikle sol tarafa yan yatılmasının önerilmesi basıyı azaltmak amaçlıdır. Ancak bu tür şikayetler olduğunda hamileler mutlaka bir kalp ve damar cerrahı tarafından değerlendirilmelidir. Muayene ve doppler ultrasongrafi ile toplardamar yetmezliğinin veya lenfatik ödemin olup olmadığı tespit edilmelidir.
Hamilelere özel varis çorapları şikayetleri azaltıyor
Karın bölgesi uygun olan varis çorabı, şikayetleri azalttığı gibi, hastalığın ilerlemesini engeller ve böylelikle görünür varis oluşumunu azaltır. Zorunlu sebepler hariç gebelerde ilaç kullanımından kaçınılmalıdır. Aynı şekilde bu dönemde varislere iğne ya da cerrahi müdahale önerilmemektedir. Uygun tedavi seçeneği emzirme dönemi sonrasında belirlenmelidir. Hamilelik döneminde varislerin neden olduğu şikayetleri azalmak için öneriler şu şekilde sıralanabilir:
Hamilelik döneminde varislerin neden olduğu şikayetleri azalmak için öneriler:
1. Uyku esnasında bacaklar kalp seviyesinden yüksekte kalmalıdır. Bu amaçla, yatağın ayak tarafı 2-3 santimetrelik takozlarla yükseltilebilir.
2. Her gün düzenli olarak yürüyüş, bisiklet sürme veya yüzme gibi egzersizler yapılmalıdır. Bu egzersizler baldır ve uyluk kaslarının çalışmasını sağladığı için toplardamar kan akımını kolaylaştırır ve şikayetlerin azalmasına katkı sağlar.
3. Günlük olarak bacaklar yatay pozisyonda vücut ısısından biraz daha ılık, yaklaşık 32 derecedeki suda tutulmalıdır.
4. Banyo sonrası bacaklara soğuk duş uygulanmalıdır.
5. Doktorun önerdiği varis çorapları mutlaka kullanılmalıdır.
6. Gebelik döneminde toplardamar hastalıklarının gelişime riskinin ve ilerlemesinin kolaylaştığı akıldan çıkarılmamalı, gerekli önlemlerin alınması için bir kalp ve damar uzmanına başvurulması gerektiği unutulmamalıdır.
Vücudumuzda ki Mikropların Ölmesi Hastalıkları Arttırıyor
Vücudumuzda ki sağlıklı floradaki mikropların ölmesi, hastalıklara neden oluyor, bağırsak florasını değiştiriyor, bu değişiklikler astımdan, kansere, şişmanlıktan, diyabete, depresyondan, enfeksiyon hastalıklarına kadar bir çok soruna neden oluyor.
Helsinki Üniversitesinde Ocak ayında yapılan bir araştırmada, iki yaşından önce tekrar eden antibiyotik kullanımının, bağırsak florasında değişiklikler yaptığını, çocuklarda hem astım hem de obezite riskini arttırdığını gösteriyor.
Çocuk Sağlığı Hastalıkları, Çocuk Alerji ve İmmunoloji Uzmanı Doç. Dr. Akgül Akpınarlı Antony konu ile ilgili şöyle konuştu: 'Son dönemlerde yapılan araştırmalar, vücudumuzda milyonlarca mikrop olduğunu gösteriyor. Mikrobiyomu oluşturan bu mikroplar, vücudumuzun her yerinde; içinde ve dışında bulunuyor. Bu mikroplar bakteri, virüs ya da mantar türlerinde olabiliyor. Her bir organın taşıdığı mikrop sayısı ve kombinasyonu birbirinden farklı olduğu gibi, sağlıklı insanda bir denge içerisinde bulunuyor. Mikrobiyomdaki mikroplar arasında ki bu dengenin bozulması hastalıklara neden oluyor ve hastalıklarda, mikrobiyomun dengesini değiştirebiliyor. Antibiyotik kullanımının ise mikropları öldürdüğü için bağırsak florasını bozduğu ve birçok hastalığa neden olduğu görülüyor. '
Çocuklarda İki Yaş Öncesi Çok Önemli!
Doç. Dr. Akgül Akpınarlı Antony; yapılan araştırmalarla desteklenen ve iki yaşından önce tekrar eden antibiyotik kullanımının, bağırsak florasında bir yılı aşkın süren değişiklikler yaptığına dikkat çekerek, çocuklarda hem astım hem de obezite riskini arttırdığını söyledi. Çocuklarda antibiyotik kullanımında çok dikkatli olmak, antibiyotik ihtiyacını belirlemek için hem klinik, hem de laboratuvar testleri kullanmak gerektiğini belirtti. Test sonuçlarından emin olduktan sonra antibiyotik tedavisinin başlamasını, aksi takdirde faydadan çok zarar verebileceğini sözlerine ekledi.
Doç. Dr. Antony; son dönemlerde özellikle Amerika ve Avrupa'da bu konuda birçok çalışmanın yapıldığını, insan vücudu ile ilgili birçok şaşırtıcı ve heyecan verici bilgi elde edildiğini söyledi. Astımdan, kansere, şişmanlıktan diyabete, depresyondan enfeksiyon hastalıklarına kadar birçok hastalıkta bu mikropların rolünün büyük olduğunu, bu hastalıkların tedavisinde de mikrobiyomun yarınlar için umut verici olduğunu vurguladı.
Helsinki Üniversitesinde Ocak ayında yapılan bir araştırmada, iki yaşından önce tekrar eden antibiyotik kullanımının, bağırsak florasında değişiklikler yaptığını, çocuklarda hem astım hem de obezite riskini arttırdığını gösteriyor.
Çocuk Sağlığı Hastalıkları, Çocuk Alerji ve İmmunoloji Uzmanı Doç. Dr. Akgül Akpınarlı Antony konu ile ilgili şöyle konuştu: 'Son dönemlerde yapılan araştırmalar, vücudumuzda milyonlarca mikrop olduğunu gösteriyor. Mikrobiyomu oluşturan bu mikroplar, vücudumuzun her yerinde; içinde ve dışında bulunuyor. Bu mikroplar bakteri, virüs ya da mantar türlerinde olabiliyor. Her bir organın taşıdığı mikrop sayısı ve kombinasyonu birbirinden farklı olduğu gibi, sağlıklı insanda bir denge içerisinde bulunuyor. Mikrobiyomdaki mikroplar arasında ki bu dengenin bozulması hastalıklara neden oluyor ve hastalıklarda, mikrobiyomun dengesini değiştirebiliyor. Antibiyotik kullanımının ise mikropları öldürdüğü için bağırsak florasını bozduğu ve birçok hastalığa neden olduğu görülüyor. '
Çocuklarda İki Yaş Öncesi Çok Önemli!
Doç. Dr. Akgül Akpınarlı Antony; yapılan araştırmalarla desteklenen ve iki yaşından önce tekrar eden antibiyotik kullanımının, bağırsak florasında bir yılı aşkın süren değişiklikler yaptığına dikkat çekerek, çocuklarda hem astım hem de obezite riskini arttırdığını söyledi. Çocuklarda antibiyotik kullanımında çok dikkatli olmak, antibiyotik ihtiyacını belirlemek için hem klinik, hem de laboratuvar testleri kullanmak gerektiğini belirtti. Test sonuçlarından emin olduktan sonra antibiyotik tedavisinin başlamasını, aksi takdirde faydadan çok zarar verebileceğini sözlerine ekledi.
Doç. Dr. Antony; son dönemlerde özellikle Amerika ve Avrupa'da bu konuda birçok çalışmanın yapıldığını, insan vücudu ile ilgili birçok şaşırtıcı ve heyecan verici bilgi elde edildiğini söyledi. Astımdan, kansere, şişmanlıktan diyabete, depresyondan enfeksiyon hastalıklarına kadar birçok hastalıkta bu mikropların rolünün büyük olduğunu, bu hastalıkların tedavisinde de mikrobiyomun yarınlar için umut verici olduğunu vurguladı.
Yanlış diyetler hayatınızı nasıl etkiler?
Geçtiğimiz yıllarda sadece ilkbahar ve yaz aylarında pek çok kadının rahatça bikini giyebilmek için diyette olduğunu duyardık. Ancak son yıllarda aşırı zayıflık modasının da gelişmesi ile birlikte gitgide daha fazla genç kadın, ne pahasına olursa olsun kilo kaybetmek peşinde. Bu uğurda yapılan hızlı ve yanlış diyetler dönüşü olmayan sağlık sorunlarına yol açabilir.
ART Tıp Merkezi Beslenme ve Diyet Kliniği uzmanları hızlı diyetler konusunda uyarıyor ve sağlıklı beslenme hakkında bilgi veriyor.
Kilo probleminiz varsa kısa sürede, hızla fazlalıklarınızdan kurtulmanızı sağlayan diyetleri uygulamak size doğru gelebilir. Ancak hızlı kilo verdiren diyetler vücut üzerinde dönüşü olmayan zararlara yol açabilir. Bunların ilk belirtileri kas kaybı, yağ depolanması, açlık sinyallerinin hayat kalitesini kötü etkilemesi, enerji düşüklüğü ve sinirlilik oluyor.
Kilo sorunu obezite düzeyinde olan kişilerde hızlı diyetlerin zararlı etkileri kendilerini çok daha fazla gösterebiliyor. Bu kişiler doğru beslenmedikleri takdirde karşılaştıkları sağlık sorunları ölümcül olabilir.
Yanlış diyetlerin yol açabileceği en önemli zararlar şunlardır:
• Kalp kaslarının erimesi,
• Kemik yoğunluğunun azalması,
• Böbrek ve karaciğer fonksiyonlarında bozukluk
Kötü beslenmenin sonucu her durumda ölümcül olmasa bile özellikle böbrek fonksiyonlarını etkileyen yanlış diyetler ömür boyu diyalize bağlı yaşamanıza yol açabilir. Bundan dolayı hedefiniz hızlı kilo vermek değil, hayatınızın sonuna kadar sürdürebileceğiniz doğru ve dengeli bir beslenme sistemi geliştirmek olmalı. Düzenli ve dengeli beslenmek için ise günde 3 ana ve 2 ara öğün şeklinde, vücudun gereksiz yere açlık çekmeyeceği şekilde beslenmek gerekir.
Düzenli ve dengeli beslenmek sağlığınız için neden önemlidir?
Dengeli beslenen kişiler kendini yorgun, bitkin hissetmez. Güne daha zinde ve dingin başlarlar. Dengeli beslenmek her türlü gıda grubundan yararlanmak ve bu gıda gruplarının sağladığı besin değerlerinden yararlanmak anlamına gelir. Bu da hem zihinsel hem de fiziksel olarak sağlıklı kalmanızı sağlar. Bu durum özellikle iş veya okul hayatınızdaki başarılarınızı da olumlu şekilde etkiler. Düzenli beslenerek sürekli açlık atakları yaşamadan ve durmaksızın aklınızda yemek olmadan hayatınızı daha rahat sürdürebilirsiniz.
Yanlış diyetler hayatınızı nasıl etkiler?
Yanlış diyetler sonucunda kazanacağınız en önemli kötü alışkanlık düzensiz beslenmedir. Düzensiz beslenen kişilerin (uzun süre aç kalanlar, kontrolsüz miktarlarda yemek tüketenler, öğün atlayanlar) hayatı da en az yanlış beslenme şekilleri kadar karmaşık ve düzensiz hale gelir. Ne zaman ne yiyeceklerini bilmezler ve bundan dolayı ya uzun süreler boyunca açlık çekerler ya da gereğinden fazla ve yanlış gıdalar tüketmeye başlarlar. Bu düzensiz beslenmeye bağlı olarak kişilerde çabuk yorulma, sinirlilik, çok üşüme, konsantrasyon bozukluğu gibi sorunlar ortaya çıkabilir. En önemli sorun ise önemli sağlık problemlerinin zeminini düzensiz ve dengesiz beslenerek hazırlamış olmanız olacaktır.
Dengeli beslenme nedir?
Düzenli ve dengeli beslenmenin en önemli kriterlerinden biri öğünlerinizi belirlemek ve bu öğünlerde vücudunuzun ihtiyacı olan besinleri doğru miktarlarda tüketmektir.
Bir diğer önemli kural da yemek esnasında başka faaliyetlerde bulunmamak, ilgilenmemektir. Yemek esnasında televizyon seyretmek, bilgisayarda oyun oynamak vb aktiviteler doyma noktanızı hissetmemenize neden olur. Böylece ne zaman aç, ne zaman tok olduğunuzu tam olarak belirleyemez hale gelirsiniz.
Fazlalıklarınızdan kurtulmak için diyet uygulayabilirsiniz. Ancak geçici bir sürü diyet yapmak yerine dengeli beslenmeyi yaşam alışkanlığınız haline getirmek daha önemlidir.
ART Tıp Merkezi Beslenme ve Diyet Kliniği uzmanları hızlı diyetler konusunda uyarıyor ve sağlıklı beslenme hakkında bilgi veriyor.
Kilo probleminiz varsa kısa sürede, hızla fazlalıklarınızdan kurtulmanızı sağlayan diyetleri uygulamak size doğru gelebilir. Ancak hızlı kilo verdiren diyetler vücut üzerinde dönüşü olmayan zararlara yol açabilir. Bunların ilk belirtileri kas kaybı, yağ depolanması, açlık sinyallerinin hayat kalitesini kötü etkilemesi, enerji düşüklüğü ve sinirlilik oluyor.
Kilo sorunu obezite düzeyinde olan kişilerde hızlı diyetlerin zararlı etkileri kendilerini çok daha fazla gösterebiliyor. Bu kişiler doğru beslenmedikleri takdirde karşılaştıkları sağlık sorunları ölümcül olabilir.
Yanlış diyetlerin yol açabileceği en önemli zararlar şunlardır:
• Kalp kaslarının erimesi,
• Kemik yoğunluğunun azalması,
• Böbrek ve karaciğer fonksiyonlarında bozukluk
Kötü beslenmenin sonucu her durumda ölümcül olmasa bile özellikle böbrek fonksiyonlarını etkileyen yanlış diyetler ömür boyu diyalize bağlı yaşamanıza yol açabilir. Bundan dolayı hedefiniz hızlı kilo vermek değil, hayatınızın sonuna kadar sürdürebileceğiniz doğru ve dengeli bir beslenme sistemi geliştirmek olmalı. Düzenli ve dengeli beslenmek için ise günde 3 ana ve 2 ara öğün şeklinde, vücudun gereksiz yere açlık çekmeyeceği şekilde beslenmek gerekir.
Düzenli ve dengeli beslenmek sağlığınız için neden önemlidir?
Dengeli beslenen kişiler kendini yorgun, bitkin hissetmez. Güne daha zinde ve dingin başlarlar. Dengeli beslenmek her türlü gıda grubundan yararlanmak ve bu gıda gruplarının sağladığı besin değerlerinden yararlanmak anlamına gelir. Bu da hem zihinsel hem de fiziksel olarak sağlıklı kalmanızı sağlar. Bu durum özellikle iş veya okul hayatınızdaki başarılarınızı da olumlu şekilde etkiler. Düzenli beslenerek sürekli açlık atakları yaşamadan ve durmaksızın aklınızda yemek olmadan hayatınızı daha rahat sürdürebilirsiniz.
Yanlış diyetler hayatınızı nasıl etkiler?
Yanlış diyetler sonucunda kazanacağınız en önemli kötü alışkanlık düzensiz beslenmedir. Düzensiz beslenen kişilerin (uzun süre aç kalanlar, kontrolsüz miktarlarda yemek tüketenler, öğün atlayanlar) hayatı da en az yanlış beslenme şekilleri kadar karmaşık ve düzensiz hale gelir. Ne zaman ne yiyeceklerini bilmezler ve bundan dolayı ya uzun süreler boyunca açlık çekerler ya da gereğinden fazla ve yanlış gıdalar tüketmeye başlarlar. Bu düzensiz beslenmeye bağlı olarak kişilerde çabuk yorulma, sinirlilik, çok üşüme, konsantrasyon bozukluğu gibi sorunlar ortaya çıkabilir. En önemli sorun ise önemli sağlık problemlerinin zeminini düzensiz ve dengesiz beslenerek hazırlamış olmanız olacaktır.
Dengeli beslenme nedir?
Düzenli ve dengeli beslenmenin en önemli kriterlerinden biri öğünlerinizi belirlemek ve bu öğünlerde vücudunuzun ihtiyacı olan besinleri doğru miktarlarda tüketmektir.
Bir diğer önemli kural da yemek esnasında başka faaliyetlerde bulunmamak, ilgilenmemektir. Yemek esnasında televizyon seyretmek, bilgisayarda oyun oynamak vb aktiviteler doyma noktanızı hissetmemenize neden olur. Böylece ne zaman aç, ne zaman tok olduğunuzu tam olarak belirleyemez hale gelirsiniz.
Fazlalıklarınızdan kurtulmak için diyet uygulayabilirsiniz. Ancak geçici bir sürü diyet yapmak yerine dengeli beslenmeyi yaşam alışkanlığınız haline getirmek daha önemlidir.
Lazer epilasyonu erkeklerde daha etkili
İstenmeyen tüylerden kurtulmada en etkili yöntem olan lazer epilasyon sadece kadın için değil, pek çok erkek için de başvurulacak ilk çare.
Özellikle ense ve sırt bölgesindeki kıllardan şikayetçi olan erkeklerin lazer epilasyona yöneldiğinin altını çizen Esteworld Plastik Cerrahi Hastaneleri Uzmanlarından Dermatolog Dr. Filiz Altıoğlu Çığ, lazer epilasyonun erkeklerde daha etkili olduğunu belirtti.
Vücutta istenmeyen tüylerin lazer ışığı kullanılarak yok edilmesine dayanan lazer epilasyon, son yılların en çok tercih edilen işlemlerinin başında geliyor. Isı enerjisiyle kıl kökünü tahrip eden ve bir daha çıkmasını önleyebilen yöntemin müdavimleri arasında erkekler ilk sırada yer alıyor.
Erkeklerin özellikle sırt ve ense bölgesindeki kıllardan şikayetçi olduğunu vurgulayan Esteworld Plastik Cerrahi Hastaneleri Uzmanlarından Dr. Filiz Altıoğlu Çığ, genç ve kariyer sahibi erkeklerin bu durumdan rahatsız olduklarını ve çözüm aradıklarını belirtti.
LAZER EPİLASYON ERKEKLERDE DAHA ETKİLİ
Lazer epilasyonda en iyi sonucun açık renk ten ve koyu renk tüyden elde edildiğini söyleyen Dr. Vatansever; “Erkeklerin kıl yapısı kadınlara göre daha farklıdır. Kıl kökleri daha koyu renkli olduğu için lazer epilasyona daha uygun olduğunu söyleyebiliriz. Seans sayısı, uygulama yapılan vücut bölgesi, cilt rengi, kıl rengi, kılın inceliği, kalınlığı ve hormonal faktörlere göre değişse de ortalama 5 ila 8 seans arasında. Oysa erkeklerde rahatlıkla 4-5 seansta memnun edici sonuç alabiliyoruz” dedi.
Kadınların yüz, koltuk altı, bikini ve bacak bölgeleri için tercih ettiği lazer epilasyonu, erkekler daha çok ense ve sırt bölgesi için tercih ediyor.
Uygulamanın muhakkak dermatoloji uzmanları gözetiminde yapılması gerektiğinin altını çizen Dr. Filiz Altıoğlu Çığ, doğru hasta, doğru lazer tipi ve dozu ile kişinin cildinde hiçbir hasar oluşmadan işlemin yapıldığını söyledi.
LAZER EPİLASYON İÇİN EN DOĞRU ZAMAN
Lazer epilasyon öncesi ve sonrasında solaryum ve güneşten kaçınılması gerektiğini belirten Dr. Filiz Altıoğlu Çığ, “kış ayları lazer epilasyon için en doğru zamandır” dedi. Zira kış aylarında cildin güneş ışığına maruz kalmaması ve kapalı kıyafetler giyilmesi nedeniyle tüylerin rahatlıkla uzatılabilmesi işlemden daha iyi sonuç alınmasını sağlıyor.
Özellikle ense ve sırt bölgesindeki kıllardan şikayetçi olan erkeklerin lazer epilasyona yöneldiğinin altını çizen Esteworld Plastik Cerrahi Hastaneleri Uzmanlarından Dermatolog Dr. Filiz Altıoğlu Çığ, lazer epilasyonun erkeklerde daha etkili olduğunu belirtti.
Vücutta istenmeyen tüylerin lazer ışığı kullanılarak yok edilmesine dayanan lazer epilasyon, son yılların en çok tercih edilen işlemlerinin başında geliyor. Isı enerjisiyle kıl kökünü tahrip eden ve bir daha çıkmasını önleyebilen yöntemin müdavimleri arasında erkekler ilk sırada yer alıyor.
Erkeklerin özellikle sırt ve ense bölgesindeki kıllardan şikayetçi olduğunu vurgulayan Esteworld Plastik Cerrahi Hastaneleri Uzmanlarından Dr. Filiz Altıoğlu Çığ, genç ve kariyer sahibi erkeklerin bu durumdan rahatsız olduklarını ve çözüm aradıklarını belirtti.
LAZER EPİLASYON ERKEKLERDE DAHA ETKİLİ
Lazer epilasyonda en iyi sonucun açık renk ten ve koyu renk tüyden elde edildiğini söyleyen Dr. Vatansever; “Erkeklerin kıl yapısı kadınlara göre daha farklıdır. Kıl kökleri daha koyu renkli olduğu için lazer epilasyona daha uygun olduğunu söyleyebiliriz. Seans sayısı, uygulama yapılan vücut bölgesi, cilt rengi, kıl rengi, kılın inceliği, kalınlığı ve hormonal faktörlere göre değişse de ortalama 5 ila 8 seans arasında. Oysa erkeklerde rahatlıkla 4-5 seansta memnun edici sonuç alabiliyoruz” dedi.
Kadınların yüz, koltuk altı, bikini ve bacak bölgeleri için tercih ettiği lazer epilasyonu, erkekler daha çok ense ve sırt bölgesi için tercih ediyor.
Dr. Filiz Altıoğlu Çığ |
Uygulamanın muhakkak dermatoloji uzmanları gözetiminde yapılması gerektiğinin altını çizen Dr. Filiz Altıoğlu Çığ, doğru hasta, doğru lazer tipi ve dozu ile kişinin cildinde hiçbir hasar oluşmadan işlemin yapıldığını söyledi.
LAZER EPİLASYON İÇİN EN DOĞRU ZAMAN
Lazer epilasyon öncesi ve sonrasında solaryum ve güneşten kaçınılması gerektiğini belirten Dr. Filiz Altıoğlu Çığ, “kış ayları lazer epilasyon için en doğru zamandır” dedi. Zira kış aylarında cildin güneş ışığına maruz kalmaması ve kapalı kıyafetler giyilmesi nedeniyle tüylerin rahatlıkla uzatılabilmesi işlemden daha iyi sonuç alınmasını sağlıyor.
Dünyada en çok yağ aldırılıyor
Uluslararası Estetik Plastik Cerrahi Derneğinin (ISAPS) dünya genelinde yaptığı araştırmaya göre insanlar en çok yağ aldırmayı tercih ediyor. Geçmiş yıllarda lider olan burun ameliyatı 5. sıraya düşerken, 2. sırada meme büyütme, 3. sırada göz kapağı, 4. sırada karın germe operasyonları yer alıyor.
Uluslararası Estetik Plastik Cerrahi Derneği’nin (ISAPS) Asya, Avrupa, Kuzey ve Güney Amerika, Afrika ve Okyanusya kıtalarından 31,894 plastik cerrahın katılımıyla yaptığı araştırmaya göre, lipoplasty (yağ aldırma) en çok tercih edilen estetik operasyon olarak dikkat çekiyor. Araştırma verilerine göre; Amerika, Brezilya, Çin, Japonya, İtalya, Hindistan ve Türkiye’de yağ aldırma, Fransa, Almanya, Rusya’da ise meme büyütme operasyonları birinci sırada yer alıyor. İlk beşten sonra göğüs dikleştirme, yüz gerdirme, erkeklerde meme küçültülme (Jinekomasti) tercih ediliyor.
Aynı araştırmanın sonuçlarına göre en çok estetik ameliyat ABD’de yapılıyor. Bunu sırasıyla Brezilya, Çin, Japonya ve Meksika izliyor. Türkiye en çok estetik operasyon yapılan ülkeler sıralamasında 13. sırada yer alıyor.
Dünya genelinde 1. sırada olan yağ aldırma operasyonlarını sırasıyla göğüs büyütme, göz kapağı, karın germe ve burun operasyonları izliyor. Ülkemizde de yağ aldırma işlemleri birinci sırada bulunurken, bunu göğüs büyütme ve burun operasyonları takip ediyor. Ardından göz kapağı ve göğüs küçültme operasyonları geliyor.
Neden Yağ Aldırıyorlar?
ISAPS üyesi Estetik Plastik Cerrah Op. Dr. Metin Kerem’e göre bu durum bölgesel yağlanma probleminin giderek daha çok görülmesiyle ilgili: “Başta ABD olmak üzere tüm dünyada, buna paralel olarak ülkemizde de insanlar daha fazla kilo alıyor ve yağlanıyor. Öte yandan günlük hayatta güzellik ve bakımın önemi giderek artıyor. Kadınlar kıvrımlı ve zarif, erkekler sert ve düz hatlara sahip olabilmek, inatçı lokal yağ birikimlerinden kurtulabilmek için yağ aldırmayı tercih ediyorlar. Çünkü kadın ve erkek vücut estetiğini bozan en önemli unsur, kilo verilmesine rağmen, bazı bölgelerde bulunan ve vücut hatlarını bozan inatçı yağlanmalardır.
Bölgesel yağlanma probleminin çözümü için çok çeşitli yöntemler “mucize” “kesin çözüm” gibi lanse edilse bile bu problemin tek gerçek çözümü yağ fazlasının fiziksel olarak ilgili bölgeden uzaklaştırılmasıdır. Günümüzde halen bu amaçla en çok kullanılan yöntem liposuction, yani yağ almadır” diyor.
Yağ Aldırma Nasıl Yapılıyor?
Op. Dr. Metin Kerem işlemi şu şekilde özetliyor: “Liposuction, ilgili bölgede şekil bozukluğuna yol açan yağ kitlesinin işaretlenerek “kanül” adı verilen bir aletle parçalanması ve bir aspiratör yardımıyla dışarı alınması işlemidir. Bu işlem açık bir ameliyat değildir, sadece 2 mm’lik giriş delikleri kullanılarak yapılır.
Uygulamanın ne genişlikte bir alana yapılacağına göre değişmekle beraber çoğu zaman hastane yatışı gerektirmeyen bir uygulamadır. Gelişen teknolojiye paralel olarak liposuction uygulamalarında mikromotorlu, ultrasonik ya da lazerli sistemler de kullanılmaya başladı. Bu tekniklerin hepsinin kendine göre avantajları-dezavantajları mevcut.”
Uluslararası Estetik Plastik Cerrahi Derneği’nin (ISAPS) Asya, Avrupa, Kuzey ve Güney Amerika, Afrika ve Okyanusya kıtalarından 31,894 plastik cerrahın katılımıyla yaptığı araştırmaya göre, lipoplasty (yağ aldırma) en çok tercih edilen estetik operasyon olarak dikkat çekiyor. Araştırma verilerine göre; Amerika, Brezilya, Çin, Japonya, İtalya, Hindistan ve Türkiye’de yağ aldırma, Fransa, Almanya, Rusya’da ise meme büyütme operasyonları birinci sırada yer alıyor. İlk beşten sonra göğüs dikleştirme, yüz gerdirme, erkeklerde meme küçültülme (Jinekomasti) tercih ediliyor.
Aynı araştırmanın sonuçlarına göre en çok estetik ameliyat ABD’de yapılıyor. Bunu sırasıyla Brezilya, Çin, Japonya ve Meksika izliyor. Türkiye en çok estetik operasyon yapılan ülkeler sıralamasında 13. sırada yer alıyor.
Dünya genelinde 1. sırada olan yağ aldırma operasyonlarını sırasıyla göğüs büyütme, göz kapağı, karın germe ve burun operasyonları izliyor. Ülkemizde de yağ aldırma işlemleri birinci sırada bulunurken, bunu göğüs büyütme ve burun operasyonları takip ediyor. Ardından göz kapağı ve göğüs küçültme operasyonları geliyor.
Neden Yağ Aldırıyorlar?
ISAPS üyesi Estetik Plastik Cerrah Op. Dr. Metin Kerem’e göre bu durum bölgesel yağlanma probleminin giderek daha çok görülmesiyle ilgili: “Başta ABD olmak üzere tüm dünyada, buna paralel olarak ülkemizde de insanlar daha fazla kilo alıyor ve yağlanıyor. Öte yandan günlük hayatta güzellik ve bakımın önemi giderek artıyor. Kadınlar kıvrımlı ve zarif, erkekler sert ve düz hatlara sahip olabilmek, inatçı lokal yağ birikimlerinden kurtulabilmek için yağ aldırmayı tercih ediyorlar. Çünkü kadın ve erkek vücut estetiğini bozan en önemli unsur, kilo verilmesine rağmen, bazı bölgelerde bulunan ve vücut hatlarını bozan inatçı yağlanmalardır.
Bölgesel yağlanma probleminin çözümü için çok çeşitli yöntemler “mucize” “kesin çözüm” gibi lanse edilse bile bu problemin tek gerçek çözümü yağ fazlasının fiziksel olarak ilgili bölgeden uzaklaştırılmasıdır. Günümüzde halen bu amaçla en çok kullanılan yöntem liposuction, yani yağ almadır” diyor.
Yağ Aldırma Nasıl Yapılıyor?
Op. Dr. Metin Kerem işlemi şu şekilde özetliyor: “Liposuction, ilgili bölgede şekil bozukluğuna yol açan yağ kitlesinin işaretlenerek “kanül” adı verilen bir aletle parçalanması ve bir aspiratör yardımıyla dışarı alınması işlemidir. Bu işlem açık bir ameliyat değildir, sadece 2 mm’lik giriş delikleri kullanılarak yapılır.
Uygulamanın ne genişlikte bir alana yapılacağına göre değişmekle beraber çoğu zaman hastane yatışı gerektirmeyen bir uygulamadır. Gelişen teknolojiye paralel olarak liposuction uygulamalarında mikromotorlu, ultrasonik ya da lazerli sistemler de kullanılmaya başladı. Bu tekniklerin hepsinin kendine göre avantajları-dezavantajları mevcut.”
Basit Ama Bilinmeli!
"Tansiyonum çıktı galiba, ölçtürsem iyi olacak. Kesin yükseldi. Bir ölçüver…" gibi sözleri aile büyüklerimizin hemen hemen hepsinden çok sık duyarız. Herkes eline tansiyon ölçüm aletini alır ve bildiği/gördüğü kadarıyla ölçümü yapar. Ancak ne kadar doğru ölçüldüğü çok önemlidir.
Hisar Intercontinental Hospital Kardiyoloji Bölümü Uzmanı Doç. Dr. Yılmaz Güneş’ten kan basıncının nasıl ölçülmesi gerektiğini öğrendik…
Kan Basıncı Nasıl Ölçülür?
• Kan basıncı çok basit olarak sfigmomanometre adı verilen cihazlarla ölçülür.
• Ölçüm öncesindeki 30 dakikalık süre içinde kişinin sigara, çay veya kahve içmemiş; kafein almamış ve tercihen yemek yememiş olması gerekir.
• Ölçümlere, hasta sessiz bir odada en az 5 dakika istirahat ettikten sonra başlanmalıdır.
• Oda ne soğuk ne de çok sıcak olmalıdır.
• Dijital cihazlarda hata payı olmakla beraber farkındalığı artırması nedeniyle tavsiye edilmektedir. Ancak zaman zaman kontrolü yapılmalıdır.
• Koldan ölçüm yapan cihazlar daha sağlıklıdır.
Yüksek Kan Basıncının Tespit ve Tedavisi Kurtarıcı Olabilir!
Yüksek kan basıncını tespit ve tedavi etmenin temel amacı, kalp-damar hastalığı ve ilişkili olarak ölüm oranını azaltmaktır. Kalp-damar hastalıkları için risk sadece kan basıncı düzeyi değil, aynı zamanda hedef organ tutulumu, risk faktörlerinin varlığı ve yokluğu ile ilişkilidir. Hiçbir kalp-damar risk faktörü olmayan 30 yaşında bir bireydeki tansiyon yüksekliğinin şiddeti, bu hasta için kısa vadede önemli bir olay yaşanmasını öngörmez. Bu kişinin ilaç tedavisinden çok; sağlıklı yaşam kurallarına uyması yeterli olacaktır. Ancak aynı yaş ve aynı düzeydeki tansiyon değerleri diyabet, kolesterol yüksekliği olan ve sigara içen bir bireyde yakın dönemde kalp-damar hastalıkları yaşanma riskini beraberinde getirdiği için ilaç tedavisi alması uygun olabilir.
Hisar Intercontinental Hospital Kardiyoloji Bölümü Uzmanı Doç. Dr. Yılmaz Güneş’ten kan basıncının nasıl ölçülmesi gerektiğini öğrendik…
Kan Basıncı Nasıl Ölçülür?
• Kan basıncı çok basit olarak sfigmomanometre adı verilen cihazlarla ölçülür.
• Ölçüm öncesindeki 30 dakikalık süre içinde kişinin sigara, çay veya kahve içmemiş; kafein almamış ve tercihen yemek yememiş olması gerekir.
• Ölçümlere, hasta sessiz bir odada en az 5 dakika istirahat ettikten sonra başlanmalıdır.
• Oda ne soğuk ne de çok sıcak olmalıdır.
• Dijital cihazlarda hata payı olmakla beraber farkındalığı artırması nedeniyle tavsiye edilmektedir. Ancak zaman zaman kontrolü yapılmalıdır.
• Koldan ölçüm yapan cihazlar daha sağlıklıdır.
Yüksek Kan Basıncının Tespit ve Tedavisi Kurtarıcı Olabilir!
Yüksek kan basıncını tespit ve tedavi etmenin temel amacı, kalp-damar hastalığı ve ilişkili olarak ölüm oranını azaltmaktır. Kalp-damar hastalıkları için risk sadece kan basıncı düzeyi değil, aynı zamanda hedef organ tutulumu, risk faktörlerinin varlığı ve yokluğu ile ilişkilidir. Hiçbir kalp-damar risk faktörü olmayan 30 yaşında bir bireydeki tansiyon yüksekliğinin şiddeti, bu hasta için kısa vadede önemli bir olay yaşanmasını öngörmez. Bu kişinin ilaç tedavisinden çok; sağlıklı yaşam kurallarına uyması yeterli olacaktır. Ancak aynı yaş ve aynı düzeydeki tansiyon değerleri diyabet, kolesterol yüksekliği olan ve sigara içen bir bireyde yakın dönemde kalp-damar hastalıkları yaşanma riskini beraberinde getirdiği için ilaç tedavisi alması uygun olabilir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)